Üçüncü günü yağmurun, hâlâ dinmedi. Dinecek gibi
de durmuyor. Ruhumuza leş kokulu bir kasvet sirayet ederken
gökyüzü, beyaz, esmer bulutlarla çevrelenmeye devam ediyor.
Hava ölümden ağır. Yağmur damlaları granit pervazlardan
çizgiler halinde iniyor. Kavuşmak istediği sokağın gönül
çeldirici bir yanı da yok oysaki. Koca koca çukurlarda göletler,
rutubetle çürüyen yapraklar, asfaltın kara yüzü… Yağlı çöp
bidonları dahi daha beter kokuyor bu sokakta. Yağmurdan
kaçanlar, köşe başlarında esnaflara tutuluyor. Kan portakalı
satıyorlar. Sonra her birini esaslı bir pazarlık sarıyor, beni ise
geçmişin efsunu… Zira ne vakit böylesi bir yağmur yağsa, bir
de yarısı kesik kan portakalı görecek olsam çocukluğuma
döner, hafızamda bir yumru, o kara günü anımsarım. Hayli
hükümsüz görünen bu maraz, öylesi bir kudretle o günlere
çeker ki beni yaka paça yerimden yurdumdan eder, yeniden
yaşarım aynıları.
İlkokuldaydım, Hankendi kasabasında okuyordum.
90'ların sonlarına tekabül eden o yıllarda okullarda müfredata
girmeyen, kimsenin açıktan açığa söylemediği ama pekâlâ
bildiği oyunlar kurulurdu. Tabi okuduğum okulda da bunlardan
birkaçı oynanırdı. Her çocuk, birini diğerlerinden ayrı tutardı
ki ben de içlerinden öylesi bir seçim yapmıştım kendimce.
Kuralları oldukça basit bir oyundu bu. Son ders zilinin çalması
ile başlardı. Zil çaldığı an tüm erkek çocukları, okul kapısından
ilk çıkan olma gayesinde güç yetirebildiğince koşar, gerekirse
öteki öğrencileri tepeler ve okul bahçesini geçerdi. Ardından
beyaz korkuluklu, demir bahçe kapısından çıkarak bir sonraki
güne dek okulun yeni en hızlı koşanı seçilmiş olurdu. Sonraki
gün tüm öğrenciler o çocuktan bahsederdi ama bu, her okul
çıkışı yeniden belirlenirdi.
Aslında tekrar tekrar denense de okulda bu denli çevik
olabilen bir, bilemedin iki kişi vardı. Bu sayı ancak senelere
tabii değişebilirdi. O yıl, sonradan gelenlerle birlikte yeni
koşucular peydahlanırdı, yarışlar kızışırdı. İşte Senayi de o
çocuklardan biriydi. Boyu kısa, adımları ufaktı ama buna
rağmen fazlaca süratliydi. Sonradan gelenler arasında en hırslı
olanı oydu. Ötekiler gibi yenilgiyi kolay kolay kabullenmezdi,
yaman oğlandı. Haftalarca kaybeder, kaybeder, sonra yeniden
denerdi. Onu birkaç kez bahçedeki paslı tenekeye taş sokmaya
çalışırken seyretmiştim. Elinde taşlar, önünde teneke… Taşlar
tenekenin arkasına, yanına, yöresine çarpıp sekerdi de bir türlü
içine girmezdi. Durmadan sağa, sola saçılırlardı. Bu sırada o,
göz açıp kapayana kadar avuçlarını yeni taşlarla doldurmuş
olurdu. Atmaya en baştan başlar, teneke hep boş kalsa da ha
babam yorardı kendini. Hırsından telaşa kapılsam, ne zaman
“üzülme” diyecek olsam kabahatini bilir, yüz vermez, basıp
giderdi. O vakit ben de üstüne varmazdım.
Baruta çalan koyu kahve kaşları vardı. Aynı renk
saçları, tepesinden fırlamış gibi dik çıkan kökleriyle daima
havaya kalkıktı. Bu görünümü ona vahşi bir hayvan alâmeti
katardı ancak nedendir bu hoşuna giderdi. Böylece kendini
olduğundan daha yürekli, daha çelimli sayardı. Konuşurken
yaşından keskin kelimeler seçerdi. Doğrusu ben onun
göründüğünden çok daha sağlam olduğuna inanmıştım. Ta ki
son güne kadar.
Onu gördüğüm son seferinde son ders zili çalmıştı.
Çıkacak her türlü hırgüre her zamanki kadar hazırdım. Fakat
benim becerim, önüme çıkanları yıkmak değil, aralarından
akmaktı. Sonra bahçeye ulaşır, yeri parmak uçlarımla
kazırdım. Senayi ile bahçede karşılaştığım o gün de öyle
yapmıştım. O, bir adım gerimdeydi. İki eliyle çantasını sıkıca
tutuyor ve geride kaldığı için o kısa bacaklarına lanetler
okuyordu. Başlangıçta âdetim olduğu üzere beyaz korkuluklu
malum kapıya yönelmiştim ama sonra Senayi'nin bahçeyi
çevreleyen, arası açık dikenli tellerine doğru koştuğunu
gördüm. Teller, okul çıkışına daha yakındı. O zaman anladım,
daha öncesinden hesaplamıştı bunu Senayi. Kestirme yolu
seçecekti ve böylece ilk defa olarak galip gelecekti. Sahip
olduğu hırsa hayretimden önce yolumu şaşırdım, bocaladım.
Sonra çabuk bir kararla yönümü ona çevirerek peşinden
koşmaya başladım. Şimdi o önde, ben arkasındaydım. Belki de
kapıya koşmaya devam etseydim… Pişman olmak için geç
kalmış hissediyordum. Çünkü bu kararımdan sebep çok vakit
kaybetmiştim, artık geriye de dönemezdim. Yalnızca daha hızlı
koşmalıydım. Hem de normalden iki, belki üç kat daha hızlı
koşmalıydım.
Senayi'nin çantası ağırdı. Aramızdaki farkı hızla
kapatma nedenimin bacaklarının kısalığı olmadığını idrak
edebiliyordum. Ne vardı o çantada onu o kadar yoracak,
kimbilir. Bunu şimdi düşünemezdim ama aralıklarla
görebildiğim iki şeyden biri oydu. Diğeri ise dikenli teller…
Hangimiz kaldıracaktı burgulu teli, hangimiz ilk geçecekti
arkasına, hangimiz kazanacaktı? Kalbim yerinden çıkacak
kadar hızlı koşarken bir an duraksadım, parmaklarımda ve
dudaklarımda iğneleyici bir soğukluk sezdim. O dakika Senayi
iki ayağını öne atarak bir ışık huzmesi gibi tellerin arasından
süzülmeyi denemişti. Sırtını geri yaslayıp bacaklarını öne
atmıştı. Böylece ayakları önden girecek, yere değecek, sonra
vücudunu toparlayacaktı.
Onu havadayken gördüm. Bir zerre korkmamıştı
atlarken. Kendinden eminliği karşısında daha evvelinden
denediğine şüphem kalmamıştı. Çoktan beri meşgul olduğu bir
hayali gerçekleştirmek üzere duruyordu. Bu defa çok yakındı
hem de. Ne var ki sonra birden yüzünde acı veren bir kaygı
belirdi. Çantası ağır basmıştı. Muhtemelen önceleri rahatlıkla
becerebildiği şu işi çantasız denemiş, yükünü hesaba
katmamıştı. Korkuya kapılıp aceleyle çantasını kurtarmak
istedi, başını havaya kaldırdı ve o an tellerden bir çelik diken,
Senayi'nin alnına yapıştı.
Kafa derisini çekti, aldı bir şerit halinde. Hemen
arkasındaydım. Toz duman, çocuk çığlıkları… Senayi
haykırana dek öyle bir feryat işitmemişti kulaklarım. Elimi
alnına yapıştırmıştım ama fışkıran kanı durduramıyordum.
Parmaklarımı tepen kanla birlikte önlüğümde mavilikten bir
eser kalmamıştı. Beyaz yakalığım ıpıslaktı. Sonra bir adam
koştu, yetişti imdadımıza. Kimdi hatırlamıyorum. Ama çok
korkmuştu. Benden, Senayi'den bile çok… Koca adamın elleri
titriyordu cepkenindeki metal tabakayı çıkarırken, hatta
muntazam kırışık gömleğine tıkıştırıp tabakadan aldığı tütünü
yaranın üzerine basarken.
Ayakta öylece dikilip durmak, o çaresizlik hissi,
kahrediciydi. Az önce başlayan yağmur damlaları daha sert
vuruyordu omuzlarıma. Başım önüme eğilmiş, keyfim
kaçmıştı. Ağlamaklı desem değildim ama içimde
tenhalaşmıştım. Sessizdi aklım. O sırada manavın tezgâhında
kan portakalları, benim ceplerimde de yazdan kalma kuru
mürdüm erikleri duruyordu. Birini kıpkızıl avcumda gizleyerek
çıkardım, ısırdım. Dişlerim kamaşmıştı. Millet boğazının
derdinde sanacak sanıyordum ama ben eriğin değil, kanın
tadını alıyordum.