Dinler tarihi ve iki bin beş yüz yıllık felsefe tarihi, aynı ana babadan doğma ezeli düşman gibi
görünen kan kardeşleri. Yanyana ayrı kulvarlarda olsalar da yarışları hep paraleldi. Ölüme
verilen cevaplarını savaştırdılar. Bazen Herakleitos galip geldi bazen Sokrates bazen İsa ağır
bastıda Augustinus felsefi dünya tahayyül etmektense dinin dehlizlerinde ruhuna ışık
doldurdu. Biri çıktı ta bin beş yüz sene sonra kafa karıştırmaya suyu bulandırmaya başladı, en
son ve en vurdumduymazları ise hançeri çıkarıp İsa’nın bağrına saplamakla kalmadı üstüne
bizi boşlukta savrulmayalım diye tutan ipi kesti. Ben ise bu gece verimli topraklarda yeşeren
bin bir çeşit ağaçlardan çiçeklerden ve çağlayan pınarlardan bakışım kaybolmasın diye
çöllerin sonuna, buzulların başlangıcına, ilk yaşam kıpırtısı olan sınırlara gidiyorum.
Gılgamış’ı izleyeceğim, ölümle güreşen sonucunu bile bile, sırtını yazılmış kadere rağmen
yere vermek istemeyen gürbüz güreşçiyi. Özgürlüğün sınırlarını zorlamak isteyen, insan
olanın tanımını genişletmek isteyen, ölümle mühürlenmiş kadere gözünü kaçırmadan kanlı
bakışlar fırlatmak isteyen o ilk ölüm tanıyan Gılgamış. Donkişot romanı gibi varacağı sonu
başlangıcında bir giz gibi içinde taşır. Yaşanılan şeyleri hikayeleştirmeyi alaya alan
romanların atası ilk roman Don Kişot. Modern sanat nasıl başlamış şu pisuvarı ters çevirip ya
da muzu bantla boş bir tabloya asıp insanlara geçmiş büyük sanat eserlerini eleştirerek, sanatı
hafife alarak anlamlı şeyler sunmaya çalışan aydın ve entelektüel bozmaları sanatçı cesetleri
baksınlar. İnsanın kanıyla büyüyen, o uzun ve makus kaderinde nefes aldıran, serin sular
içtiren sanat eserlerini eleştireceklerdiyse Cervantes gibi bunu incelikli yapmayı
öğrenmelilerdi. Ki Cervantes atalarıydı. Onların yüzyıllar sonra yenilik diye ortaya atacağı
yok Dadaizm’miş yok Avangart’lıkmış Cervantes romanının gövdesinde, iskeletinde taşır. Bu
sebeple Gılgamış’a gideceğim, “bazen insanı en az karısı tanır” diye bir şiir yazmıştı
Bukowski, belki de bu yüzden varoluşçuluğu tam anlamıyla kavramış değiliz. Hala bize fazla
yakın. Uzatmadan, daha fazla dallanıp budaklandırmadan bitireceğim. Gılgamış bir gün
öleceğini, bu diyarlardan ebediyen gideceğini anladıktan sonra ilk elde bir kart var mı diye
düşüne durmuştu. Çok uzun sürmedi, şöyle bir gezintiydi ölümsüzlük peşinde koşması,
öleceğini kabul edip gözünü bu dünyaya, fani hayata çevirmişti. Elinde ne var iyi anlamıştı;
Krallığı, surların içindeki şehrinde yaşayan halkı. O vakit amacını, yapacaklarını berrak bir
bakışla kavramıştı. Şehrini güzelleştirecek, sağlamlaştıracak, arkasında onu iyilikleriyle ve
ardında bıraktığı yıkılmaz şehriyle anacağı mutlu bir halk bırakacaktı. Gılgamış hakkında
söyleyeceğim bu kadar. Sorduğum soru şu; Neden Gılgamış ayaklarını bastığı bu dünyadan
başka bir öte dünyayı hayal etmeden çabalayan modern zaman insanına benzer bir tavır
almıştı? Aşil’in tavrına da benzer biraz, Spartalıların, ya da Atinalıların. Tanrıları Gılgamış’ı
ikna edecek vasıflara sahip değillerdi, aynı Yunan tanrılarında olduğu gibi. Ölüme yanlış bir
cevap verilmişti, verilen bu yanlış cevapta başka bir yanlışla düzeltilmeye çalışılmıştı. Uranüs
Kronos’u yutar, Kronos Zeus’u Zeus Athena’yı. Neymiş Oedipus muş. Kolaya kaçmak bu.
Bilinmeyen ama sezilen bir yanlışı düzelme çabasıydı Yunan mitinin hikâyesini oluşturan.
Platon kendince yaşamın haritası diye çizdiği parşömenin en altında Tartaros olsa da en
üstünde Zeus ya da Kronos yoktu, idealar dünyası vardı. Değişmeyen, yok olmayan ölümsüz
idealar. İdealar ölümsüzlüğün vasıflarını üstünde çok güzel taşıdı, hatta İsa’ya kadar
yıpranmadan tarihin sıfırına devredip neredeyse iki bin yıl insanlığın buğulu gözlerle
bulutların ardından medet ummasına sebep oldu. Adem dünyaya Havva’yla düştüğünde ancak
çocuk yapma hakkına sahip olmuştu, öyle Yunan tanrıları gibi sırf zevkleri için ölümlülerin
mecburiyetlerini çalmadılar. Ölümle birlikte verildi üreme hakkı Adem’e. İşte o zaman
Augustinus ikna oldu, bu dinde ölümsüzlük ölümle anlaşmış. Açıkça görülüyor ne Sokrates
öncesi Yunan filozofları ne de Gılgamış bu dünyanın ötesinde bir kurtuluş olacağına dair ümit
besleyecekleri tanrılara sahipti. Gözleri bu dünyadaydı, gökyüzünde sevişen, birbirlerinin
gözlerini oyan, savaşlar kurgulayan arada canları sıkılınca da ölümlülerin işlerine
parmaklarını sokan tanrılar hayatın anlamını yaratamazlardı. Gılgamış’ın destanını açık
yüreklilikle okuyan biri şunu fark edecektir, bu kralın durumu Albert Camus’dan ya da
Sartre’dan farksızdır. Peki yirminci yüzyıldaki bu filozoflar neden ölümlü olmamıza
bağladıkları absürt, saçma ya da varlığın anlamsızlığının yarattığı bulantıları temele aldıkları
felsefeler yarattılar. Kabul etmek gerekir ki Sartre’ın ya da Camus’ün eserlerinde bir şikâyet
havası bir yakınma hissederiz, sözcüklerle yazılmasa da satır aralarının toplamı bir ağıt
gibidir. Evet Gılgamış gözünü bu dünyaya çevirdi, onun ölümü kabul edişinde karanlıkta
kaybolacağı gerçeğinin soğukluğu vardı ama yine de bu dünyadan elini eteğini çekmeyi
düşünmedi. Çünkü Gılgamış’ın ne şikâyet edebileceği ne de gönül koyabileceği bir tanrısı
vardı. İsa gelmemişti henüz. Unutmamak gerekir ki bu filozoflar inanan anne babaların ateist
çocuklarıydı. İnanmayanların inanmayan çocukları yirmi birinci yüzyılın meyveleri.