“Sende gelmelisin abi kebap bir iş, akşama kadar denizi izliyorsun. Şaka gibi maaş bile
veriyorlar. Kulen var denizden bir adam boyu yüksekte. Hafife alma, çatısına tutunup gövdeni
yerdeki kumlara düşecek gibi esnetince insan kendini dalgaların arasında okyanusta yolculuğa
çıkmış bir geminin güvertesinde zannediyor.” Tam da bunları söylemiştim Yasin abi’ye. Zaten
ne benle balık tutmaya geldi ne de mantıklı bir işe. İnşaatta tepindi durdu. Neymiş tütün
saracakmışız da Akdeniz üniversitesi meltem kapısının yanındaki yaya geçidinin altında
paketini on liraya satacakmışız. Akşam iş çıkışı dursak yeter diyor. Nerede gün batana kadar
kitap okuyup hayal kuracağın cankurtaranlık nerede sarma tütün satmak. Zaten beni de bir ay
ya tuttular ya tutmadılar. Belliydi aslında ilk haftadan. Herkes on saat kulede tek başına
dikelmekten şikâyet ederken ben yan kuledeki çocuğun yemek molasında bile yanıma
gelmesine izin vermiyordum. Halimden memnundum. İnsanların olmadığı vakitlerde sabah
mesai başlangıcında ve akşam iş çıkışında balık tutuyordum. Aradaki zamanda ise telefonuma
indirdiğim kitapları okuyordum. Bir haftada iki kere yakalandım, elimdeki melanurdan zokayı
çıkarmaya çalışıyordum belime kadar suyun içindeydim, arkamda sahilin hemen üstündeki
bisiklet sürme yolunda beni izleyen müdürün düdüğünün sesiyle balığı denize fırlattım, ama
zokayı ağzından kurtaramadığımdan bacağımın dibinde beyaz mantar suya batıp batıp
çıkıyordu. İkinci de ise bozuk megafonu değiştirmek için geldiklerin de kulemin içinde
kovada buldular dört melanuru ve bir sokarı. Müdür beni açılan rengarenk deniz
şemsiyelerinden panayır alanına dönen yirmi altıncı kuleye verdi. İnsan seli, ilk günden deniz
yatağından düşen mi dersin, cüzdanını çaldıran mı dersin, beyaz donla denize giren mi dersin,
kaos… Gitti denize karşı Sait Faik okuduğum günler. Üç gün dayanamadım. Öğlen
molasından sonra karnım tok sırtım pek kuleme dönerken meltem fazla tatlı esti, neşelendim,
cesaretim hat safhadaydı. İş yerinin verdiği eşyaları kuleye kilitledim. Anahtarları da yan
kuledeki çocuğa verdim. Hayat bu dedim be. İki gün, on gün, ya da bir ay ne fark eder şimdi
özgürsün. Bak o çok sevdiğin palmiyeler solunda. Acele etmeden yürüyerek sahilden evin
yolunu tutmuştum. İleride bir çöp konteynırın yanında elindeki çöp arabasına tüm gücüyle
sarılmış bir adamın zabıtalarla itişip kakıştığını kendini paralayarak bir şeyler anlattığını
gördüm. Tanımam zaman almadı. Yasin abi. Bula bula çöpçülüğü bulmuş. Ne zamandır
diyordu da inanmıyordum. Kâğıt işinde iyi para var ne patronu ne müdürü var diyordu.
Tabanları yağladım, araya girdim hemen. “Hey! Ne yaptığınızı sanıyorsunuz. Yazar o.
Okumuş etmiş adam. Sizi de kendine inandırdı demek. İnsanları izlemek için daha yakından
tanımak için yapıyor. Kim bilir deli taklidide yapmıştır. İki üniversite okudu, tarihte doktora
bile yaptı. Tamam canım arabası da kalsın, anı olarak saklayacak o yüzden ısrarcı.” Kimse
beni dinlemedi, zabıtaları çileden çıkarmış, polisi aramışlar. Arabayı vermek istemiyorlar,
anladım iş uzayacak, Yasin abi karakolluk olacak kolundan tuttum, “tamam be abi bırak
arabayı, sana hikâye mi yok.” Öfkeyle kolunu elimden kurtardı, “sikerim yazarını da sanatını
da! Son paramla aldım, ne yapıyorum lan ben, karton topluyorum, ne suç var bunda, hem
çevreyi temizleyeyim, geri dönüşüme katkı sağlayayım hem de hor görüleyim. Yok
verilmiyorum arabayı.” Yakındım durdum, ikna olmadı katır, polisler geldi… İkimizde
yerdeydik en son. Arabayı zabıtalar alınca neyse ki bizi bıraktılar. İnsaf edipte karakola
götürmediler.
O kadar inat etmesine öfkeliydim, yanyana yürürken hiç sesimi çıkarmıyordum. Gönlümü
almak istiyordu, yandan bir bakış attı, eliyle omuzumdan itti, “içelim mi dedi, beş bira
ısmarlarım şimdi sana.”
Denizden gözümü çevirmeden “para var mı?” dedim.
Gülerek “niye o kadar araba için direndim sanıyorsun. Kartonda para var dememiş miydim
sana. İyi de senin ne işin var bu saatte?”
“İşten attılar. Yok atmadılar ben çıktım, ama teşvik var abi, kulemi değiştirdiler.”
“İyi o zaman beş değil on bira sana.”