“Yine Kadın ve Daima Kadın!” diyor Hatice Dökmen. Cinsiyet doğarken getirdiğimiz bir özellik fakat bu cinsiyeti yaşama biçimimiz toplum tarafından bize öğretiliyor. Hatice Dökmen de kitabında toplumun bize öğrettiği cinsiyetin bilinçaltına iniyor. Peki, toplum bu öğretiyi nasıl edindi? Bu kitapta cevabını bulacağınız sorulardan biri de bu. Dökmen, toplumun bilinç yapısını anlamak için ortak aklın ürettiği eserlere yani dili ve kültürü taşıyan
kalıtlara bakmayı öneriyor. O kalıtlar da elbette ki atasözleri ve deyimler. Yazar, dilimize ve bilincimize yerleşmiş erkeği devleştiren kadını cüceleştiren tüm kalıp sözleri gözler önüne seriyor. Ancak bunu yaparken şunu belirtmeyi de ihmal etmiyor: Atasözü ve deyimler bir dilin zenginliğidir ancak çok derinlikli bir incelemeyle bunların taranması ve bir cinsiyeti efendileştirirken diğer cinsiyete meta muamelesi yapan sözlerin ayıklanması gerektiğine parmak basıyor ve şöyle diyor: Atasözlerini irdelediğimizde kadının rolünün “ikinci cins” olarak algılanan ülkemizde kadına verilen değer adına iyileştirici bir şeyler yapılabilmesi için, atasözleri ve deyimlerde toplumsal cinsiyete ilişkin mevcut yargıların üst düzeyde incelenip ayıklanması gerekmektedir.
Özetle derdi atasözleri ve deyimler değil cinsiyet yergisi veya övgüsü yapan sözlerin, önce
dilimizden sonra da zihniyetimizden çıkarılması.
Kitapta çok önemli bir tespitte bulunuyor: “Kadınlar ikinci sınıf vatandaş olmaktan
kurtulamayışının erkekler yüzünden olduğunu söyleyerek topu erkeklere atıyor ama böyle
değil. Çünkü kadını ikinci sınıf vatandaş olarak kabul eden yine kadınlar.” Dolayısıyla biz
kadınların da bu konuda erkekler kadar kabahatli olduğu bir gerçek. Kaldı ki Dökmen’in de
dediği gibi pipiyi kutsayan, küfreden erkek çocuğunu öven sadece babalar değil aynı
zamanda anneler.
Yazarın kadınlar hakkında bir görüşü var ki buna ben de katılıyorum. Virginia Woolf ‘un
“Kadınlar yüzyıllar boyunca erkeği doğal boyutlarından iki kat büyük gösterme büyüsü ve
gücüne sahip birer ayna hizmeti görmüşlerdir.” sözünden yola çıkarak bu kabullenişin
toplumda nasıl kabul gördüğünü de irdeliyor.
Yine kitapta derlenen atasözlerinden örnek verecek olursak “Kocana göre bağla başını,
tencerene göre pişir aşını.” “Kadınların yalımı alçak olsa geçinmeleri kolay olur.” sözlerinden
hareketle kadının toplumda kabul görmesi için ona dayatılan normlardan söz ediyor.
Yazarın seçtiği atasözleri incelikli bir araştırma ürünü. Toplumsal bilinçaltının en kuytu
köşeleri taranarak gün yüzüne çıkarken bir buz dağının görünen yüzünden çok daha
fazlasının derinlerde olduğunu ortaya koyuyor. Çarpıcı bölümlerden bir örnek:
“Kadının cinselliğinin öne çıktığı, erkeği baştan çıkaran şeytani bir varlık olduğu, erkeğin
duygu ve davranışlarını kontrol altına alamamasının sebebinin kadın olarak görüldüğü
üzerine atasözleri toplumda kabul görmüştür.” (s.31) Buna örnek olarak yazarın seçtiği
atasözleri manidardır.
“Kadının şerri şeytanın şerrine eşittir.”
“Kadın erkeğin şeytanıdır.”
Yazar ayrımcılığın anne karnında, kadının hamileliği ile başladığını belirtirken bakın hangi
atasözlerini ve kalıp ifadeleri tanıklığa çağırıyor:
“Kız doğuran tez kocar.”
“Kız yükü tuz yükü.”
“Oğlan doğuran ok gibi, kız doğuran bok gibi.”
Kız doğuran bireyin sesi cılızdır, diyor Dökmen. Nasıl olmasın ki? Doğurulan çocuğun
cinsiyeti annenin toplumdaki, ailedeki statüsünü bile belirliyor. “Oğlan anası raf elması, kız
anası ahır danası.”
Yazar kadının başlıca görevinin doğurmak olduğunu bunu beceremeyen kadının toplumdan,
kocasından çekeceği eziyetleri, hakaretleri de kirli bir çukurdan çıkarıp sıralıyor. “ekinsiz
tarla”“kuzuluğu yok” “ döl tutmuyor” gibi aşağılayıcı deyimlerin yanında “Evladı olmayanda
merhamet olmaz.” “Kadını eve bağlayan altın şakırtısı değil beşik gıcırtısı.” atasözlerini işaret
ediyor.
Yazar, kitabı çalışmaya başladığı zaman hissettiklerini şöyle dile getiriyor: Tarih boyunca
nesilden nesile aktarılmış olan kültürel mirasımızın bireyler üzerindeki etkilerini irdelemeye
çalıştığım kitabı ne yazık ki içim acıya acıya yazdım. Kadın erkeğin elinin kiridir, sözünde
ağzımdan burnumdan alevler çıkarken, on beşinde kız ya erdedir ya yerde, sözünde
yüreğimin yağı eridi. Cennet anaların ayakları altındadır, sözüyle kadın erkeğin şeytanıdır,
sözü arasındaki ikilemde gidip gelirken beynim yandı.
Kitapta ilgimi çekin bölümlerden biri de konuyu ele alışındaki eşitlikçi anlayış. Yazar, erkekleri
suçlamak maksadı içinde değil. Öğretilmiş cinsiyetin bir boyutunun da erkek çocuğa daha
doğmadan yüklenen roller. Bunlara örnek olarak “Erkek adam ağlamaz” “Erkek adam dayak
yemez.” “Ağaç yeşert meyve getirsin, oğul büyüt ekmek getirsin.” sözleri yazarın tespitiyle
birleşiyor. “Erkek çocuğuna o kadar kimlik yükleniyor ki daha doğmadan omuzlarına büyük
bir kambur biniyor.” (s.58)
Yazar, kadın cinayetleri konusuna da ayrı bir parantez açıyor, cinayetleri istatistik verilerle
değerlendirirken cinayetlerin temelinde yine erkeğe çocukluktan başlayarak verilen “ben”
duygusunun ağır bastığına değiniyor. “Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır.” buna örnek
veriliyor.
Kitabın sonlarına doğru yazarın kaleme aldığı Üçüncü Sayfa Haberi adlı öykü durumu özetler
nitelikte. Şiddet gören kadının psikolojisini, yaşadıklarını çarpıcı şekilde anlatıyor.
“Toplumu biçimlendiren sosyal roller bireyi kadın ve erkek olarak cinsiyete bağlı kimliğe göre
algılar ve beraberinde birtakım beklentileri getirir. Birey de kadın veya erkek olarak toplumsal beklentilere göre davranış belleğini donatıp kendi cinsinin sınırları içinde kalarak toplumsal
beklentilere göre davranır.” diyor Dökmen.
Son olarak yazarın temennisini yineleyerek noktalamak istiyorum.
“Kadının kısım olmaktan çıkıp kişi olduğu günlere özlemle…”