İnsanoğlu var olduğu günden bu yana yeryüzündeki yerini sağlamlaştırmanın peşine
düşmüştür. İnsan olmanın hasletlerini, benliğinde yaşamanın dayanılmazlığını çoğu zaman
kaldıramamıştır. Bu nedenledir ki insan, iki cins varlık olmayı da yaşamın içinde çatışmalara
dönüştürmüştür. Kişilik ve karakter kavramlarını geliştiremeyen bu iki cinsin en yabanılları
çatışmalarını yer edindirmemeye kadar götürmüştür. Bu baskılama süregelen insan evriminin
tarihsel döngüsünde yer yer kadın olarak adlandırılan cinsini erkek olarak adlandırılan
cinsine karşı savunmasız ve çaresiz hâle getirmiştir. Teolojinin etkisi bunda büyük rol
oynamıştır. Bedensel zayıflığının eksikliğini çoğunlukla erkek cinsinin artılığında eritmiştir.
Yaratanın kendisine bahşettiği analık ve bir başka varlığı dünyaya getirmenin gücünü ne
yazık ki kullanamamıştır.
Oysaki kadın dünyanın var oluş süregelliğinin üretici varlığıdır. Üretimin işlevselliği dünya ve
insanlık tarihinde bu kez de gerektiği önemi ve değeri alamamıştır. Karnında taşıdığı erkeği,
kimi zaman evlat kimi zaman baba kimi zaman koca kimi zaman kardeş kategorisine
yerleştirse de varsayılan erkeklerin bedensel, ruhsal ve zihinsel edilgenliğine maruz kalmış
veya bırakılmıştır.
Mitolojide tanrıça vasfına sahip olsa da tanrıların şiddetine uğramıştır. Tanrı ve Tanrıça bir
tek aşkın yani Monad’ın cinsiyetleri olarak görülür. Tanrıya bir cinsiyet kimliği verilmek üzere
tanrı ve tanrıçalar, inancın ve kültürün doğduğu topluluklarda anaerkilliği (matriarki) ve
ataerkilliği (patriarki) yakın olmasıyla ölçülürler. Bazen monizmde dişil ve eril ilişkiler farklı
kökenleri kendine yer edindirir. Adları Yunan, Roma, Mısır, Mezopotamya, Arap mitolojisinde
başka başka olsa da paganizmde yerini alan panteonun üyesidir tanrıçalar. Yunan Afrodit
Roma da Venüs’tür, Artemis Dianadır, Athena Minerva, Demeter ise Ceres’tir. Ya peki En
güçlü tanrıça Hera? Afrodit kadar güzel olmasa da Tanrı Zeus’ a ihanet etmemiş sadık
kalmıştır. Peki Mısır’ın yaşam ve sihir tanrıçası İsis. Ya Tanrıları da doğuran Anadolu’nun
bağrından geldiği söylenen anaç, üremeyi dişiliği bereketi simgeleyen Kibele. İşte tam da
burada kesişen kader tanrıları doğuran tanrıçalar bile dişiliğin sıradanlığından
kurtulamamıştır. Yeri ve görevi bildirilir ne yazık ki doğurdukları tarafından.
Peki teolojide kadının yeri nedir diye bakacak olursak; Musevilikte Yahudilik anneden geçer
(bu arada hep karıştırılan ve öğrenmek için çabalanmayan dinin adı Musevilik, ırkı
Yahudiliktir) ancak babanın adı da çocukları tanımlamak için kullanılır yani bir nevi soyadı
verme durumudur. Hıristiyanlık da ise kadın tamamen aşağılanır. Yok sayılır. Erkeğin
eksikliğini tamamlayan onun kölesi ona hizmet edendir. Ve kötülüklerinden korkulan diye de
yaftalanır ilk zamanlarda. Ancak daha sonra Tanrı’nın her iki cinside sevdiğine bunun bir
kurtuluş olduğuna inanılıp manevi eşitlik kavramını ortaya koymuşlardır. İslâmiyet de
yaratılışın verdiği hak ve sorumluluklar yönünden eşittir. Çünkü her ikisi de Allah’ın kullarıdır.
Birbirleri üzerinde hakları olduğu söylenir. Gerçi günümüz İslamiyet’in de İslâm’ı yaşayan
toplumlara göre değişen kadının yeri ve hakkı göz ardı edilmektedir. Çünkü bu toplumların
çoğunluğunda ataerkillik mevcuttur. Toplum gelenek ve kültürleri İslam’ın sağladığı eşitlikten
uzaklaşılmasına neden olmuştur.
Günümüz toplumlarında bu yanlışların ve sıradanlaştırmanın en çok yaşandığı ülkelerden biri
olan Türkiye’de kadın neredeyse insan yerine konulmayan bir varlık olmuştur. Bırakın kadın
olmayı, el üstünde tutulmayı, her şeyden mahrum bırakılan hak etmeyen olarak toplumda yer
edinmesine neden olunmuştur ve olunmaktadır. Kadın olarak bunda bizim hiç suçumuz yok
mudur? Elbette var. Doğamız gereği midir bilinmez güçsüz olmayı, korunulmayı,
sahiplenilmeyi isteyen, erkeğe bağımlı olmaktan hoşlanan hem cinslerimiz yok mu? Var
elbet. Bu tür yaşayanları yaşamak zorunda bırakılanları suçlamak çok da insanca gelmiyor
bana. Peki bu durumundan sıyrılmak istemeyişi ne derece sorgulanmalı bilmiyorum.
Çoğunluğu Müslüman olan ama parantez içinde yaşamayan, yaşamasa da dininin
inceliklerini öğrenmeye çalışmayan bir
toplumda bunların olması
kaçınılmazdır. Çünkü dininin kendisine
bahşettiği çalışma hayatının farkında
değildir. Oysaki kadın olmaktan çok
insan olarak çalışması üretmesi
gerektiğinin bilincinde değildir. Hatta
bazen bunu yapabilen, bunu yapmayı
başarmış kendi cinsini o yaftalar.
Evinde otursana, çocuklarına baksana,
okumasana, evlen evinin kadını ol,
kocan sana bakmak zorunda ve bir
sürü şeye daha doğrusu kendinin
cesaret edemediklerine içten içe
hayıflansa da onu yapmaman gerekir
diye de dışlar. Bu erkeğinde işine gelir
çünkü evde oturan kadın onundur,
sahibi kendisidir sanki. Getirdikleriyle
idare etmeli ya da ona sunduğu
imkanlar dahilinde kendisine dişiliğini
sunmalıdır ki egosu büyüsün. Bunun
tam tersini düşünen erkekleri de
konuya dahil etmemek haksızlık olur.
Aslında tam da burada kadın, kadının
düşmanıdır lafı hayat bulup gerçeklik
kazanıyor.
Sözün özü biz kadın olmaktan, kadın
olarak kabul edilmekten önce insan
olarak kabul edilmeyi hedeflemeli ve ona göre yaşamalıyız. Seçtiğimiz erkekler,
yetiştirdiğimiz erkekler bizim dünyaya gelmemize vesile olan erkekler, bizim yaşam
felsefemiz doğrultusunda şekillenir. Bunu unutmadığımız, onun ve bizim yaşamımızı,
çıkılmazlara sürüklememek için, eğitim durumumuz, bulunduğumuz aile, içinde yer aldığımız
topluluk ne olursa olsun biz kadın olmanın dayanılmaz hafifliğine değil, insan olmanın
onuruna ve gururuna sahip olduğumuz, yaşadığımız sürece var olur ve saygı görürüz.
Umalım ki bundan sonra ülkemizde bunu içimize sindirmiş yaşama geçirmiş bireyler olarak
yer alırız. Yoksa her gün vahşice kurban edilen kadınların sayısı arttığında kanıksanan
ölümler oluruz. Unutmayın ki ekinokslar eşitliğin sembolüdür ve 21 Mart ile 23 Eylül’de
yaşanan ilkbahar ve sonbahar ekinoksları eşitlerken geceyi gündüzü bize yaratan tarafından
bahşedilen insan olma ekinoksunu yaşamamamız en büyük hata olur. Hayatın ekinoksunu
sonuna kadar yaşayalım.