Işıltılı Bir Yolculuğa Kuş Bakışı
Yolculuğumuz boyunca aradığımız kişi belli. Bazen bilinçli, bazen de bilinçsiz
olarak gerçeklerin ağırlığıyla kendimize doğru yürümez miyiz? Varoluşumuz
daha derin bir anlam kazanır böylece. Adımlarımız bizi kendimize yaklaştırdıkça
özümüzü hissedebiliriz. Bu süreçte yepyeni bilgilerle donanırken somut
gerçeğin arkasındaki görünmeyeni görmeye başladığımızda, hakikat ürkütebilir
önce ancak yol aldıkça ışıltısıyla gözlerimiz kamaşır.
Kendimizle Buluşmayı Arzulamak
Kendimizle buluşarak bütünlenmeyi içtenlikle arzuladığımızda, hakikate
yaklaşabiliriz. Bilgi çok önemli ama esas olan bilginin bilince yansıması, onun
algılanış biçimi, değil mi? Yola çıkınca, ara ara durup arkamıza baksak dahi geri
dönmek yalnızca hayal olabilir artık. Hakikat ile hayal arasındaki duygusal,
düşünsel bağlantı edebiyatı yakından ilgilendirir. Gözlemler, yaşanmışlıklar,
görünenlerin arkasına saklananlar, hissedilenler; yaşayanlara ve yaşama değer
katmaz mı? Yıllardır şairlerin, yazarların ilham perisi olan kuşların da hakikat
yolculuğu edebiyatta dile getirilir. Her ne kadar konuşamayacakları düşünülse
bile…
Kuşların Hakikat Arayışı
Özgürlüğü kanatlarıyla cömertçe hissettiren bu sevgili varlıklardan söz
edince, çok özel bir yapıta değinmem gerektiğini düşünüyorum. Feridüddin
Attâr’ın Mantık Al-Tayr (Kuşların Dili) adlı mesnevisinde binlerce kuş
kendilerine bir padişah seçmeye karar verir. Hüthüt kuşu onlara Simurg adlı bir
padişahları olduğunu söylediğinde, Simurg’u bulmak amacıyla yola çıkar hepsi.
Yolculuk sırasında kuşlara kılavuzluk eden Hüthüt soru yağmuruna tutulur.
Onların bazı konuşmalarına kulak verelim mi birlikte?
“Ey kılavuzlukta bizden öndülü kapan… Yol
göstericilikte, ululukta bütün yücelikleri elde
etmiş olan! Hepimiz de güçsüz, kuvvetsiz bir
avuç arık kuşlarız. Ne kolumuz var ne de
kanadımız… Ne tenimiz var, ne kuvvetimiz!
Kadri yüce Simurg’a ne vakit ulaşabileceğiz…
Hatta birimiz ona erişip ulaşsa bile, bu
görülmemiş duyulmamış bir şeydir doğrusu!
Söyle aç bize… Onunla ne münasebetimiz var bizim? Körlükle sırra erişmeye
kalkışılır mı?”
Hüthüt’ün cevabı: “A eli boş kişiler, yüreğiniz bozuk sizin. Aşk yüreği bozuk
kişilerde olamaz ki… A yoksullar, bu eli boş halinizden ne elde ettiniz? Niceye bir
bu hal? Âşıklıkla kalbi çürük oluş bir arada olamaz. Simurg, âleme gölgesini
saldı da o yüzden her an bunca kuşlar meydana gelmede. Âlemdeki kuşların
suretleri, hep onun gölgesidir. Bunu iyice bil o hakikatten haberi olmayan!”
“Ey yol çavuşu, varacağım yere varırsam ondan ne isteyeyim? Âlem bana
onunla aydınlanmada; artık ondan ne isteyeyim, bilemiyorum ki! Ondan daha
iyi bir şey olduğunu bilseydim, varınca onu isterdim.”
Hüthüt’ün cevabı: “Ey gafil, sen onu bilmiyorsun… Ondan bir şey
isteyeceksen, onu iste! Bir şey isteyecek adamın, isteyeceği şeyin ne olduğunu
bilmesi, elbette iyidir. Onun kapısının toprağından bir koku elde edenin,
rüşvetle, hileyle kanıp, oradan geri dönmesine imkân mı var? Eğer bilsen…
Âlemde ondan daha iyi ne var ki ondan, onu isteyeceksin?”
Kuşların pek azı o makama erişir. Binde biri yol alıp oraya varabilir.
Denizlerde boğulanlar, yollarda kaybolanlar, sıcaktan can verenler, güneşin
sıcaklığıyla kanatları yananlar, yürekleri kebap olanlar, yoldaki vahşi hayvanlar
tarafından paralananlar, çamurlara saplanıp kaybolanlar, çöllerde susuzluktan
ölenler, ağır hastalıklara uğrayanlar, geri kalıp kafileden ayrılanlar, kendilerini
öldürenler, seyre ve çalgıya kapılarak varacakları yeri aramaktan vazgeçenler…
Ve… Binlercesinden sadece otuz kuş ulaşmak istediği yere varabilen. Gönülleri
kırık, bezgin, yorgun, kolsuz, kanatsız, hasta, perişan tam otuz kuş… Öyle bir
tapı görürler ki, hayrete düşerler… Yüz binlerce güneş, yüz binlerce ay ve yıldız
bir arada… “Güneş bile bu tapıda bir zerre gibi mahvolmuş. Nerde biz burada
görüneceğiz? Kim bize aldırış edecek? Yazık oldu yoldaki emeklerimize…”
Mahvolurlar, kendilerini kaybederler.
Böylece bir zaman gelir geçer. O yüce tapıdan ansızın bir yüce çavuş
çıkagelir, tenleri yanıp eriyen bu biçare otuz kuşu görür. “Âlemde size kim
derler? Siz bir avuç güçsüz kuvvetsiz kuşsunuz. Buraya ne yapmaya geldiniz?”
Hepsi birden ses verir. “Biz buraya, Simurg padişahımız olsun diye geldik.
Hepimiz de bu tapının biçareleriyiz. O yolun âşıkları, kararsızlarıyız. Bu tapıda
huzura ereriz ümidiyle uzak yollardan geldik. Umarız ki padişahımız
zahmetimizi takdir eder de nihayet bize lütuflarda bulunur, derdimize derman
olur.” Çavuş der ki: “A başı dönmüş sersemler, a çamur hâline gelmiş, gönül
kanına bulanmış biçareler… Siz âlemde ister olun, ister olmayın; zaten ebedi
padişah odur.”
Çavuş geri dönmelerini söylese de kuşlar yine yollara düşmek istemezler.
Sonra önlerine kâğıtlar konur. Tutsaklar, kâğıtlara iyice bakınca, bu onlara
yaşadıkları tüm zorluklardan daha zor gelir. Görürler ki yaptıkları her şey o
kâğıtlarda yazılıdır. Kuşların utançtan dolayı canları tamamen yok olur.
Temizlenip arındıktan sonra o tapının nuru ile hepsi yeniden can bulur.
Yeniden kul kesildiklerinde, eskiden yaptıkları ve yapmadıkları da temizlenip
hatıralarından silinir. Yakınlık güneşi doğar, onun ışığıyla canları parlar. Cihan
Simurg’unun yüzü akseder, o anda o nurun aksiyle onun yüzünü görürler.
Fakat ona bakınca gördükleri Simurg’un otuz kuştan ibaret olduğudur. Başları
döner şaşkınlıktan. Simurg’a bakınca orada ancak kendilerini görürler.
Kendilerine bakınca da onu. Bir anda hem Simurg’a hem de kendilerine
bakarlar. Bu sefer her iki bakışta da gördükleri, eksiksiz artıksız bir Simurg’dan
ibarettir. Hepsi hayret denizine dalar, kendilerini düşüncesiz bir düşünceye
kaptırırlar. Dilsiz dudaksız sorarlar, bu gizli şeyin ne olduğunu. O tapıdan dilsiz
dudaksız bir ses gelir: “Güneşe benzeyen bu tapı, bir aynadır. Kim gelir, bakarsa
orada kendini görür. Kendisi candan, tenden ibarettir; orada da canını, tenini
seyreder. Siz buraya otuz kuş olarak geldiniz. Bu aynada da otuz suret
peydahlandı. Önce ne bilirsen bil, gördün mü anlarsın ki, görgün, bildiğine hiç
benzemiyor. Dediğin, işittiğin sözler de ondan bambaşka! Bunca vadiler, bu
kadar adam gördünüz. Nihayet otuzunuz da hayretlere dalıp kaldınız. Ne
gönlünüz kaldı, ne sabrınız; hayran oldunuz, hayran! Yüzlerce yüceliğe erdiniz,
yüzlerce naz elde ettiniz de bizde mahvoldunuz. Sonra da yine bizde kendinizi
buldunuz!”
Sözün kısası, gölge güneşte kaybolup gider. Yoldayken söyledikleri sözler
pek çok ama o tepeye vardıklarında ne söz kalır ne ses. Ne baş kalır ne beyin.
Kılavuz, yolcu hatta yol da kalmaz…
Kuşlarla İnsanlara Dair Gözlemler
Gördüklerimiz, hissettiklerimiz göreceli tabii. Şimdi gerçekçi gözlemlerle
devam edelim mi yolumuza? Haldun Taner yaz kış saat beşte yataktan kalkar,
sabahı herkesten önce yakalamak için. Yalıda Sabah öyküsünde keyifle anlatır
dikkatle incelediklerini. “İn cin uyanmadan önce denizin üstü de boş gibidir. Bir
gece balıkçılı ya da erkenci iki martı sezilir alacakaranlıkta. Amaçsız, kararsız
oraya buraya süzülürler. İşgüzar işgüzar kanat çırparken birden durulur, suya
konarlar. Ben onları maçtan önce ısınmaya çıkmış çurçur yedek oyunculara
benzetirim. Asıl maç çok sonra başlayacak.” Yaşam da öyle değil mi? Olaylar,
alıştırmak için ısıtır önce insanları bazen yavaşça, sinsice… Hissettirmeden.
Bazen de yüzme bilmeyenleri, öğrenmeye panjurlarını kapamış olanları
hoyratça savuruverir derin denizlere. Mücadele… Evet, bütün mesele
mücadeleye dayanmak, pes etmemek. Her türlü havada çözüm üretmek az hüner değil. Mesela kırlangıçlar sahildeki apartman bacalarını pek severler,
pencere pervazlarını da. Sıcak iklimlere kavuşuncaya dek böyle idare etmek
akıllıca tabii. Serçeler de yazarımız gibi erkenden uyananlardan. Onlara cumbul
cumbul laf söylenmez. Utangaç, ürkek, tatlı bebekler. Bırakılan ekmekleri görür
görmez didiklemeyi pek severler. On metre dalabilen ama yakaladıkları
balıkları bazen obur martılara kaptıran karabatakların yanı sıra, tüm kuşları
kıskandıran, yön duyguları gelişmiş, denizin yüzeyine çok yakın uçan yelkovan
kuşlarını da unutmak ne mümkün. Ya siz, sabah erken kalkmayı mı yoksa derin
uykulara dalmayı mı seversiniz? İşe geç kaldığınızda, bir deniz saksağanı gibi
telaşlı ve sinirli misiniz yoksa?
Yaşam maçı başlamadan önce toplaşır martılar. Onları gören gelir, etraf bir
anda dolar. Doymak bilmez martılar birbirlerinin ağzından balık kaparlar çığlık
çığlığa. Yukarılardan bir yerlerden bu cümbüşü izleyen kim sizce? Her tepeden
bakışta ukalalık olabilir hele zekâsı kanıtlanmış biriyse bakan. Düşünmeye
gerek var mı? Bu bir karga. Balkonumuzdaki çiçekleri kaç kez talan ettiklerini
bir bilseniz. Sebebini sorduğumda, arkadaşlarını beslemişiz. Onlardan
esirgemişiz ama. Ah, ne kindardır. Kedileri bile korkutabilirler üstelik. Bir de
“Kuş beyinli!” demiyorlar mı? Bal gibi, her şeyi hatırlıyorlar. Onca kandırılıştan
sonra her şeyi unutmak insanlara özgü değil mi? Çıkar sağlama merakları
yüzünden olsa gerek.
Neyse, martılara geri dönelim. Panayıra benzeyen kahvaltı faslının ardından
“kaya kapmaca” oyunları başlayınca, en açıktaki kayayı kapmak için yarışırlar.
Avaz avaz kapışmanın sonucunda kayaya ilk çıkana dokunulamaz. “Erken gelen
oturur kuralını siz sade insan toplumlarında mı geçerli sanıyordunuz? İlk
konanın öncelik hakkına, martıların bu oyununda da uyulur. Bildiğim, hiçbir
martı bu kuralı bozmuyor. Kimse artık kayanın keyfini süren martıyı
bunaltmıyor. Boşta kalınca belki kızgın, belki şaşkın ve üzgün, bilemem, kuş
olmadım ki bileyim, belki de hevesi kursağında kalmışların öfkesiyle, kanada
kuvvet o martının tepesinde tur atmaya başlıyorlar. Bu söylediğim martılar, ya
hep ya hiçe oynayan ihtiraslı martılardır. Amaçları o en güzel kayadır.” Hırs
gözünü bürüyen insanlar da hedeflerine ulaştıklarında, açlıkları diner mi? Ne
yazık ki mümkün olabilse gökyüzüne bir kaya inşa etmeye kalkışabilirler.
Uçamayacaklarının farkında değiller belki de.
Kanaatkâr, temkinli martılarsa ilk yarışta en güzel yeri kapamayacaklarını
sezdiklerinde ulaşabilecekleri, uygun bir hedefe yönelirler. Diğer kayaların
tepesinde sabırla dönmeye başlarlar, arkadaşlarından birinin oradan bıkıp
havalanması umuduyla. Rüzgârlı havalarda bile bu tutumlarından
vazgeçmezler. Hayli azimlidirler. Peki, paylaşılamayan kayalar neden yalnızca martıların tekelinde? Niçin bir
karga veya kırlangıç oraların keyfini sürmekle ilgilenmez? Aralarında gizli bir
anlaşma olabilir mi? Ya imzalarını atmayı pek seven güvercinlere ne demeli?
Bu yersiz, şımarık davranışlara hiç kafa yormamaları tuhaf. Bazı yerlerin birileri
tarafından istila edilmesini kabullenmek bu kadar mı kolay?
Üçüncü kattan gözlemlerine devam eden yazarımız bakın ne diyor:
“Kahvecinin kırlangıcı dal değiştirdi. Bir iki karga basso sesiyle avaz avaz öttü.
Kayalarda hegemonya sürüyor. Statüko henüz bozulmadı. Ama ikinci, üçüncü
kayalara usulca yerleşen kanaatkâr, tedbirli martılarda belli belirsiz bir
hareketlenme var. Hallerinden memnun kalsalar ya, hayır. Onların da gözü en
güzel kayada şimdi. İhtiras onları da bürümüş. Onun biraz kıpırdadığını görünce
hemen yerini almak için depara hazır durumdalar. Kendilerini onun tabii vârisi
sayıyorlar.” Sebep, başkalarının imrendiği bir yere kurulmanın övüncünü tatma
isteği mi acaba? Aylak bir martı tarafından en güzel kayanın kapılması da
şaşırtıcı. Bu martı ekibi aynı mı kalır yoksa değişir mi? Martı olmayanın onca
soruyu yanıtlaması imkânsız ancak kuralların değişmediği apaçık.
Çok sinsi, kendini göstermeyen bir kaya daha var. Üstü işaretsiz, fenersiz bir
kaya… Kaptanların ve kayıkçıların çarpmamak için kolladıkları bir kaya… Yunan
tragedyasını düşündüğümüzde, izleyici kahramanla özdeşleştiğinden onun
başına gelen üzücü olayları kendisi yaşıyormuşçasına dehşete düşerek
hırslarından arınır. Aslında bu durum gerçeği ne kadar yansıtıyor? İnsan,
başkalarının trajedilerine görünüşte üzülen ancak kendisinin başına gelmediği
için memnun olan hatta sevinen bir canlı mı acaba? İşte taa uzaklardan, işlerin
yolunda gittiği bir limandan yüksek dalgalarla boğuşan denizcileri izlemek
böyle bir şey olsa gerek. Tragedya da izleyiciye yaranmak isteyebilir. O kendini
göstermeyen sinsi kaya kaç kişiyi mahveder? Kimlerin aklını başından alır?
Haldun Taner şöyle der: “Hayvanlar dünyasında acımasız yok ediş vardır.
Vahşet vardır. Ama eziyet ve işkence yalnız insanlara vergi. Hem de
sunturlusu.” Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Öykünün sonuna
doğru, o pürdikkat gözlemlerine bir ilave daha yazarımızdan: “Oh be! Dünya
var kıyıda. Bu kıyıda burnu büyüklere, ukalalara yer yok. Alçakgönüllüler ülkesi
bu kıyı. Doğa tiryakiliğinden başka hiçbir şeyin geçerli olmadığı. Sadece
yaşayan. Ahkâm çıkarmadan, yorum yapmadan. Dünü, evvelki günü, bugünü,
yarını, öbür günü takmadan. Sadece yaşayan. Yalın olarak hiçbir şeyi
kuruntulamadan, gösterişe kalkmadan. Herkese, doğanın her yarattığına
yaşam hakkı tanıyıp, onların içinde eriyerek, onlardan biri olarak yetinebilerek.
Hiç konuşmadan, yazmadan, kendini belli etmeden, başkalarının yargısını
sallamadan, umursamadan.”
Gönül ışıl ışıl parıldadığında, aralanır perdeler… Kayaların, çöllerin, dağların,
güneşin arkası, denizlerin dibi sessizce ses verir mi? Evet. Sözün bittiği
yerdeyim artık. Son söz, kuşların çünkü.