Dinlemesini bilene her taşın, her kuşun ve ağacın anlatacak bir hikâyesi vardır. Ben
onları bu hikâyeleri ile severim.
Okyanus kıyılarından çakıl taşı toplar, geçtiğim çöllerin sıcaktan kavrulmuş kumlarını,
çıktığım yanardağlardan lav kırıntılarını ceplerime doldurur, (bir yolunu bulup) eve taşırım.
Orada hepsinin söz hakkı vardır. Marakeş’te yediğim salyangozun kabuğu başına gelenleri
anlatmak için sabırla sırasını bekler. Alaska’dan getirdiğim boynuz parçası soyu tükenmiş
canlılardan bahseder. Onlar benim için birer zaman yolcusudur. Evde hiç kimse yokken
yanlarına oturup onlara kulak verir, hikâyelerini dinlerim.
Arada bir durup dalıp gitmem ondandır.
Güvercinlerin cami avlularında dolaşmaları boşuna değildir. Ağaçların arasından
yükselen bülbül şakımaları kanat esintisine karışır, sabah serinliği gibi dolaşır minareleri,
kubbeleri ve çan kulelerini. En kızgın yürekler kuş sesleriyle soğur. Güvercinler ki demkeştir
namları, camilerden de eski bir hikâye anlatır.
Zeytin dalının hikâyesidir bu.
Yerle göğün birbirine karıştığı hiç bitmeyecek gibi gelen o endişeli yolculuğun
sonunda ağzında zeytin dalı taşıyan bir güvercin konar Nuh’un gemisine. Tarihin en eski
posta elemanlarıdır güvercinler. Savaş haberleri, tuzaklar, gizli şifreler güvercinlerle taşınır
uzaklara. Fakat bu sefer kendi seçmiştir götüreceği mesajı. Küpeşteye zorlukla tutunan
güvercine sevgi ve umutla bakar Nuh Peygamber, kurtuluşu müjdeler yorgun, bezgin
yolculara. “Bir zeytin dalı varsa hayat da vardır!”
Canlı veya cansız, dünyadaki bütün varlıkların hikâyeleri bir şekilde birbirlerine
bağlıdır. Biri bitmeden diğeri başlar, sonra bir diğeri… Sonsuza kadar devam edecek bir
döngüdür bu.
Zeytin dalını taşıyan güvercin Zeytindağı’ndan havalanmıştır.
Tüm Kudüs’e hâkim bir tepedir Zeytindağı. Yerlisi zeytin ağaçlarıdır, bir de
güvercinler… İnsanlar buraya huzur bulmak için çıkarlar. Kudüs’te en zor bulunan şeydir huzur. Şehirden haber taşıyan güvercinler döndüklerinde kısaca, “Karışık…” derler. Şehri
parçalara bölen duvarlarda bolca güvercin resmi vardır ama korkarlar dikenli tellere
takılmaktan veya sokaklara inmekten. Kubbelere ve avlulara şöyle bir bakıp geri dönerler.
Çünkü cinler dolaşır şehrin sokaklarında. Zeytindağı’na huzur, Tapınak Tepesine uzak
duruşundan gelir.
Karışık işlerdir bunlar. Burada sözü zeytin ağaçları alır güvercinlerin ağzından. Kayıp
şehirleri, bir yıkılıp bir yapılan tapınakları, gidip gidip gelen halkları, gidip de dönemeyenleri
en iyi onlar bilirler. Cinlerin adı geçtiğinde korkuyla titreşir güvercinler fakat soranlara en
sevdikleri masal olduğunu söylerler. Masal veya her neyse evvel zaman içinde başlar, hiç
bitmeyecekmiş gibi sürer gider.
Rivayet o ki kuş dilini Filistinlilerden, cinceyi de cinci hocadan önce söken
Süleyman, gönül işlerine Hüdhüd kuşunu, yapı işlerine cinleri memur etmiş. İşte bu cin
tayfası pireler berber iken taş üstüne taş koyup Süleyman’a bir duvar, Tanrı için de bir ev
yapmışlar. Bu ev, saray veya tapınak ne derseniz yeryüzünde ‘Downing’ sokaktaki on
numaralıdan önceki en ünlü ev olmuş. Sonra zaman su gibi akmış, derin suların ötesinde yeni
evler türemiş. Bu evlerden en fiyakalısında saman altından su yürütmekle meşgul “Sam
Amca”nın cin fikirli cinleri Kudüs’e bakıp kıs kıs gülmüşler.
Her taşın altından cinlerin çıktığı bir masaldı.
Adı sulh, selim, selamet anlamına gelen Solomon’dan gelme Süleyman, Allah selamet
versin, yedi yüz karıya kocalık yaparken doğal olarak asasına dayalı dimdik ölüvermiş. Her
şeyi bilen cinler hazretin gaibini bilememiş. Sırf bu yüzden biraz da prestij derdinden bu
topraklarda ne olsa karışmışlar, olur olmaz her şeye burunlarını sokmuşlar. Burunları o kadar
uzun, esnek ve kıvır kıvırmış yani…
Geceleri bunları okuyor, okudukça uykularım kaçıyordu. Sonunda baktım ki böyle olmayacak;
cinler-minler bu kadar önemli işler arasında beni görmezler, görseler de adam yerine
koymazlar dedim, hazırlıklara başladım. Birkaç muska, göz taşı, defne yaprağı buldum,
çantama koydum. Nazar boncuğu yaramaz dediler almadım. Niyetim kıyamet günü gelmeden
Kudüs’ü görmekti.
Göğün kaçıncı katı olduğunu bilemediğim falanca metresinde, göklerden inenlerin ve
çıkanların hikâyelerini okuyarak uçtum gittim. Arada bir gözlerim kapanıyor, kendimden
geçiyordum. “Hayal dünyası” dedikleri böyle bir şey olmalıydı; sağımda solumda nebiler
dolaşıyor, bulutların üstünde melekler raks ediyor, başımdan aşağı kutsal sular dökülüyordu.
Bir hava boşluğuna düşmüş gibi sallandık. Davud’un sapanı ıska geçmişti. Şimşeklerin
arasından bir at çıktı, tüm haşmetiyle şahlandı ve gözden kayboldu.
Cızırtılı bir sesle uyandım: “Kemerlerinizi bağlayın, iniyoruz…”
Dünyaya iniyoruz.
Zeytindağı’ndayım. Rivayet o ki, Kudüs bu gezegende gökyüzüne en yakın yermiş.
Zamanın en ünlü âlimleri ölçmüşler, biçmişler, öyle demişler. Onların yalancısıyım. Tam
önümde büyük bir mezarlık var. Dünya’nın en pahalı mezar yerleriymiş. Dolar olarak tabii,
Amerikan doları… “Manzarasındandır,” demiştim. Duydum ki ahir zamanda sırat köprüsü de
buraya kurulacakmış. Bu da fiyatları etkiler.
Yahudi kılıklı birisi mezarların arasında dolaşıyor. Muhtemelen kendine yer
bakıyordu, boyuna göre bir boşluk filan… Ön sıralara hiç bakmıyor. Oralar protokol; cennete
yatırım yapan uyanıklar, piyasa cinleri, oy avcıları, falancanın yakınları kapatmış oraları…
“Kârlı yatırım,” diyorlar, savaş çıkınca daha da artacak(mış)… Piyasa ekonomisin
kurallarıymış bunlar.
Günahlar çoğaldıkça fiyatların artması normaldi.
Vakit çok erkendi. Üç harflileri ve sırat köprüsünü bekleyen ruhları saymazsak tek
başınaydım. Eski şehre bakan sakin bir köşe aradım, manzarayı ayarladım, mezarlığa doğru
uzanan yamacın en kenarına oturdum. Vadinin ötesi ağır bir sis bulutunun altında, hayal
meyal seçiliyordu. Güneş arkamdan yavaş yavaş yükselirken önce Kutsal Kabir Kilisesinin
kubbesindeki haç aydınlandı. Sonra “Kubbetü’s Sahre”; altın sarısı rengiyle “Kayanın
Kubbesi” sislerin arasından çıktı. Üstünden eflatun bir gölge geldi geçti. Tatlı bir esinti vardı,
yasemin kokuları, arkamda öten bir kuş, belki bir bülbül, sihirli bir andı…
Binanın kubbesi pırıl pırıldı, muhteşemdi. Sihir devam ediyor, mavi-yeşil işlemeli
duvarlarından altın rengi ışıklar akıyordu. Aklımı çelen cinleri kovaladım, altındaki mağarayı
hatırladım. Mağaradaki “Muallâk Kaya”yı… Kayanın efsanesini… Gökyüzüne oradan
yükseldiğini… Üstelik sırat köprüsü de buradaydı… Ölçmeye gerek yoktu; gönlünden hangisi
geçiyorsa, neye inanıyorsan, nereye ulaşmak istiyorsan bu şehir oraya en yakın yerdi!
Etrafım zeytin ağaçlarıyla doluydu. En bilge gözükeni gözüme kestirdim, sırat
köprüsünü sordum, “Ne bileyim!” diye tersledi. Zeytin ağaçları ser verip sır vermezdi. Sırat
köprüsünün bu taraftaki ayağı neredeydi? En stratejik yerler Yahudiler tarafından kapılmıştı.
Tek gözümle ölçtüm, biçtim, karış karış hesapladım, olmadı. Halimi görseler “Kafayı yemiş,”
derlerdi. Zeytin ağacı, “Müslüman Mezarlığı biraz uzak, surların dibinde,” diye fısıldadı.
Anlamıştı.
Surların dibi çok sapaydı. Zamanı gelince yardıma ihtiyacım olacaktı. Buraları bilen
birisini bulmalıydım. Sam Amca çok meşguldü. Cinler hayırsızdı. Kendi başıma kalmıştım.
Bütün kartları açtım. Hiç olmayacakları kaldırıp attım. En sona “Her şeyin Teorisi” kaldı.
Bilge bir adam tekerlekli sandalyesinden bana bakıyordu. “Zamanın kuytusunda bir solucan
deliği bulsan, dalıp eski zamanlara gitsen…” dedi. Mesajı almıştım. Cemal Paşa’yı bulup
torpil isteyecektim. Netekim bunların hemşehrisi sayılırdı. Biz bu harbe niçin girdik? diye
konuyu açıp, vatan millet sıcaklığında; “Paşam,” desem, “Mademki ahir zamanda köprüden
önce onlar geçecek, ben de birinin arkasına takılsam, sırat köprüsünü ön sıralarda geçsem,
karşılarda iyi bir yer kapsam?” Kafasını iki yana sallayarak Fesuphanallah,” çekti, “Git işine
kardeşim!” diye homurdandı. Elimi cebime atacak oldum, daha da kızdı, “Enver Paşa’nın
casusu musun nesin?”
Yol yorgunluğu, dalmışım! Ya da biyolojik saatim sapıtmış!
Cinler meşguldü herhalde, deliksiz bir uyku çektim. Kahvaltıyı kaçırmışım. Kudüs’ü
de kaçırmayayım dedim, hazırlanıp şehre indim. Daha yoldayken gerilmeye başlamıştım.
Pencereden elimi uzattığımda sinir uçlarım titreşti, saçlarım dimdik oldu. Anladım ki burası
elektrik yüklü bir şehirdi. Yedi düvelin mühendisi bir araya gelse, nereden inceldiğini, hangi
kıvılcımın nereye sıçrayacağını, neyi yakacağını bilemezdi. İlk gördüğümde çarpılmam –
muhtemelen- ondandı…
Olur olmaz her yerde “Barış” yazıyordu. Bütün savaşların çiçekli bahanesi… Başıboş
bakışlar dönüp dolaşıp barışa çarpıyordu. Zion tepesinde paslanmış demirden güvercin
heykelleri, Kidron Vadisine bakan panoda sağlıklı yaşam yürüyüşü yapan bir adam vardı.
Yanında mutlu bir fino köpeği zıplıyordu. Ressam hayal ettiği gibi çizmiş, üst köşeye “Barış”
yazmıştı.
Zannederim elektriği biraz olsun boşaltma çabası, ya da “Barış” neredeyse görsün de
gelsin gibi bir şeydi… Fakat “Barış,” can derdine düşmüş, reklâmları görmüyor. Panoların
arkasında gerçek hayat devam ediyor. Bir pitbul pusuya yatmış, fino köpeğinin arka tarafa
geçmesini bekliyor. Birisi, “Elektrik bizi de çarpabilir,” diyor. Öbürleri kulaklarını kapatıyor.
Ulusal menfaatler söz konusu. “Barış kendi gelsin,” diyorlar, istermiş gibi yapıyor, fanteziler
kuruyorlar: “Çok istiyoruz, seni seviyoruz, senin için ölüyoruz.” Ölme kısmı mecazî, “sen”
kelimesi joker… Fikir sahibi bir dondurma reklamından esinlenmiş. Şehrin Arapça ismine
yoğunlaşmış bir başkası, “Buldum!” demiş üç kere, “Savaşların sebebini buldum!” Mecliste
bütün eller havaya kalkmış, şehrin Arapça adı “Barış Kenti Kudüs!” olmuş. Bu da mecazî…
Kudüs çoktan seçmeli sınavın en zor sorusuydu. Şıklar akıl karıştırıcıydı. Diğer şıkları
eledim, kaybolmayı seçtim. Tıpkı Mardin’de yaptığım gibi, rastgele bir sokağa daldım.
Kudüs’te sokakların darlığı, karışıklığı, kemer ve abbaraları, taş evleri, hâsılı eski şehrin tüm
anatomisi Mardin’e benziyor. Farkı şu ki, her köşe başında, her direkte kameralar var. Belki
şimdilerde Mardin’de de vardır. Direklerin olmadığı yerlerde, altında kameralar asılı küçük
balonlar dolaşıyor gökyüzünde. Çok rahatsız edici bir duyguydu. Büyük ağabey beni izliyor,
kaybolamıyordum.
Kaybolanlar olduğu söyleniyordu. Kaç kişi kaybolmuş bilmiyordum. Elektrikler
kesilmiştir, kısa devre yapmıştır, aşırı yük binmiştir, kablolar eskimiştir, kameraların pili
bitmiştir… Yoksa bulurlardı, mutlaka bulurlardı. Sonunda bulmuşlardır; “ Neden
kayboluyorsun kardeşim?” diye sormuşlardır. “Ya ölseydin?” Adam küfretmiştir. Zapta
geçmiştir. Adam barışa karşı gelmiştir. İçeri atmışlardır. Tahtaya yüz kere “Barış” yazılacak
demişlerdir. Adam yazmamıştır. Kendi bilir! Emirlere karşı gelmiştir. Gün doğmadan tekrar
kaybolmuştur.
Güvenlik deyip geçiyorum. Geçiyorduk, geçiyorlardı… Çocuklar alışmışlar, her şey
normalmiş gibi geçip gidiyorlar. Kafamızı kaldırmasaydık görmezdik. Fakat gördük bir kere,
görüldük… Devamlı izlenme baskısını her an hissediyor ve küntlük derecenize göre er veya
geç soruyorsunuz, ne oluyor veya ne olacak?
Yahudilerin kutsal saydıkları Şabat gününün bitmesine otuz veya en fazla kırk dakika
vardı. Ağlama Duvarına yöneldim. Kameralar, polisler, askerler ve kimlik kontrollerini
salimen atlatıp adam boyu turnikelerin arasından geniş bir alana çıktım. Burada eskiden
Osmanlıdan kalan bir duvar daha varmış. Adamların içini daraltmış, alan genişlesin diye
yıkmışlar. Fotoğraf makinemi çıkarttım. Gördüler…
Birisi yanıma gelip uyardı; “Şabat bitene kadar fotoğraf çekmeyin,” dedi. Kudüs’te
yaşamanın şartı itaatti, “Başıma bela mı alayım,” dedim, itaat ettim. Kısa sürdü. Şabat, gökte
üç küçük yıldız gözükünce bitiyormuş. Baktım baktım göremedim, şeytana uydum, kamerayı
ayarladım. Karşıdan “bela” geliyordu, biraz bekledim, pek de belli etmeden, ceketimin
içinden deklanşöre bastım. Duvarın önü kippalı ve peyotlu Yahudilerle doluydu. Musa’nın
dördüncü emrini yerine getirmiş, ufak kâğıtlara yazdıkları dilekçelerini katlayıp iyice aşınmış
taşların arasındaki boşluklara sokuyorlardı. Bela yanımdan geçti, arkamdaki saftirik birini
buldu.
Bir Filistinliye sordum, “Sizin ağlama duvarınız yok mu?” diye… “Çile yolunuz?”
Kolunu kaldırıp geniş bir daire çizdi. Görünüşte basit, sıradan bir sokaktaydık.
Duvarlar da diğer duvarlar gibiydi. Fakat dairenin çapı tüm Filistin’i içine alacak kadardı.
Filistinlilerin asıl çilesi yaşamlarına örülen duvarlarla başlıyordu. Doğdukları andan
itibaren hem soyut hem de somut duvarları öğreniyorlar. Yaşam zorluklarından bahsediyorlar.
“Yaşam zorluğu” dediğim, sizin bizim bildiğimiz geçim zorluğundan çok fazlası. Tam
anlamıyla bir beka, yani yaşama tutunma olayı…
Elimde bir harita, dolaşıyorum. Rengârenk yollar çizmişler. “Ayrımlı yol sistemi
diyorlarmış. Fakat bu kelimenin ayrılmaktan daha sert, tecrit gibi bir anlamı daha var. Ben
buna ırk ayrımını da ekledim. Sorunun ne kadar kördüğüm olduğu hemen fark ediliyor.
Filistinliler ve Yahudilerin plâkaları farklı renklerde. Plâkanın rengi, hangi yolları
kullanabileceğini dikte eden bir kod… Haritadaki diğer kodlar da yolların renkleri. Sarı renkle
gösterilen yolların çok daha yaygın olduğu dikkatimi çekti. Bu yollar –hayırlısıyla-
Yahudilere “vadedilmiş” yollarmış (!). Yol Batı Şeria’da olsa bile, bir Filistinlinin iki büyük
yerleşim yeri arasında özgürce yolculuk yapması imkânsızdı.
Yaşam çilesi yollara düşmüş çıkış yolu arıyor, bütün çıkışlar duvarlara çarpıyor.
Diyelim ki El Halil’de yaşayan zengin bir Filistin tüccarısınız. El Halil Kudüs’e otuz
kilometre… Otomobiliniz var, benzininiz var, paranız, her şeyiniz var ve Kudüs’e gitmek
istiyorsunuz. El-Halil’den Kudüs’e gitmek ne kadar sürer? Soruları test usulü çözebilen
halkım için özetleyecektim, vazgeçtim. Sorudaki anahtar kelime: Otomobil! Filistinli iseniz,
evinizden çıkıp Kudüs’e kadar kendi arabanızla gitmeniz mümkün değil. Kontrol noktasında
aracınızı terk etmek zorundasınız. Evraklarınız kontrol ediliyor ve yaya olarak duvarın diğer
yanına geçiyorsunuz. Sonrası Allah kerim…
Dilbilgisinde şimdiki zamana giren Filistin katliamından çok öncesini anlatıyor bu
hikâye, neredeyse on yıl öncesini… Her şeyin “normal” zannedildiği bir dönemi… Artık ne
tarafa baksan, bütün yollar kırmızı. Dilbilgisinde hangi zaman? Şimdiki zamandan daha geniş
bir zaman! Bütün dillerde aynı. Elinize aldığınız haritalardan kan sızıyor, yollardan kanlar
akıyor, evler ve hastaneler yıkılıyor, umutlar toza dönüyor, morglardaki ölüler yeniden
ölüyor, çocuklar ağlıyor, analar ağlayamıyor. Erkekler hınçla doluyor. Dünya duvarların
ötesinden bakıyor, politikacılar havanda su dövüyor. Oturdukları yerden bakınca duvarlarda
“Barış” yazıları, güvercin ve fino resimleri görüyorlar. Büyük büyük adamlar büyük binalarda
ve bayrakların altında birbirini kutluyor, sözü en çok geçen Sam Amca, “Fotoğrafa bir de kedi
ekleyin,” diyor. “Yavru kediler, küçük kızlar…” Fotoşop var ya, daha önce denemişler, “Çok
başarılıydı!” diyorlar.
Araya mesafeler girince Ortadoğu’da yaşananlar insanlara masal gibi geliyor. Masalda
bir avcı gelip kurdun karnını yarıyor, kırmızı başlıklı kızı kurtarıyor. Burada avcı bir türlü
gelmiyor. Beyaz evin cin fikirli cinleri yeni masallar yazıyor.
Hava değişikliğine ihtiyacım vardı. El Halil Filistinlilerin kutsal şehri… Kalabalığa
uyup Halil ür-Rahman Camisine gidiyorum. Otobüsten indikten sonra on beş dakika yürümek
lâzım. Çarşıya giriyoruz. Hiçbir özelliği olmayan dükkânlar, evler vs vs… Yol giderek
daralıyor. Bir yerden sonra çatıların arasına gerilmiş tel örgülerin altından geçiyoruz. Tellerin
üstü taş dolu. Yahudiler sokaktan geçenlere bazen taş filan atıyorlarmış. Bazen! Teller bizi
korumak için yapılmış. Atmak serbest! Yol iyice daralıp tünel haline geliyor. Karşımızda
gene bildik, adam boyu turnikeler, makineli tüfekler, dik dik bakan askerler… Caminin
yanında iki yol daha. Benimle ilgili değil. Buradaki halkla ilgili… Bana sadece bir gün, onlara
her gün… Birinde tel örgülü bir kapı… Diğerinde bir turnike daha… Turnike tek yönlü…
Girmek var dönmek yok. Dönmek var ama izne tabi. İzin yukarıdaki tel örgüden geliyor.
Asker aşağı bakıyor, “Bu geçebilir,” diyor. Turnike ters dönüyor. Çocuk geçiyor. İçeri su
taşıyor. “Bu geçemez,” diyor. Kadın paketi demirlerden içeri uzatıyor. Ben neredeyim? İçerde
miyim? Dışarıda mı? Neresi içeri oluyor? Bir Allah? Aynı hazret, Hazreti İbrahim filan? Bir
turnike daha, gene İsrail askerleri, gene dik bakışlar… Nasıl bir yerdeyim? İnsan Hakları
filan?
Hava değişikliği mümkün değil. Duvarların kuşatması altındayım. Tüfekler umurumda
değil. Tel örgüler ciğerlerimi eziyor, turnikeler içimi daraltıyor…
Ben on gün için buradayım. Filistinliler ömür boyu…
Kudüs şimdilik dursun. Eriha tarafını merak ediyorum. Bunun anlamı; günüm bol bol
duvar seyrederek geçecek. Şeytan azapta gerek! Derin nefesler alıp yola çıkıyorum. Önce
ağlama duvarı, sonra utanç duvarı, dikenli tel, turnike, taş duvar, Musa’nın makamı, tekrar
yola çıkış, duvar, yol, mola, deve, oturan deve, çiş molası, duvar, tekrar duvar, utanç kapısı,
sıcak hava, utanç balonları, kameralar, solda Eriha, sağımda Ürdün, bi yerin sınırı, bi şeyin
çıkışı, bi şeyin kontrolü, silahlı adamların otobüse dalışı, tırnak kontrolü, silahlı adamların
otobüsten inişi, füzeler, hala sıcak, bir dağ keçisi, toprak, bolca kum, sonu gelmeyen sınırlar,
virgül aralarında incir ikramı, erik, kayısı, Şeria’dan çıkış, giriş mi çıkış mı, kafam karışık, bi
yerde hurmacı, istikamet Yardenit, Yardenit’in dibinde Ürdün Nehri, nehrin dibinde fareler…
Kaçtım!
Dayanılır gibi değildi.
Devam etmek istemedim. Kalemim de istemedi. Tereddüt içinde, bir türlü konuya
giremedi. “İsteyen gitsin, isteyen bir kitap açsın okusun, ben yazmam,” dedi. Yorulmuş…
Haklı, kalemi kapatıp cebime koydum.
Bunlar olduğunda “Barış” zamanıydı. “Sözde” dedikleri anlamda… Sonradan olanları
yazmak daha zor… Filistinliler çıkmaz bir sokakta can çekişiyor, güvercinler duvarlara çarpıp
ölüyor, insanlık karşılarına geçmiş; kör, sağır ve dilsiz taklidi yapıyor. Ortadoğu’yu kuşatan
cin fikirli cinler ellerini ovuşturup bayram ediyor; “Bu yol özgürlüğe çıkar,” diyorlar, dalga
geçiyorlar. Yollar bir yere çıkmıyor. Binlerce insan (evet, insan!) bir bilinmeze sürükleniyor.
Hayatlar çocuk arabalarıyla taşınıyor, bir kız çocuğu bebeğine sıkı sıkı sarılıyor, cılız sesler
çöl kumuna karışıyor. Denizlerin ötesinden uzanan koca bir yılan bütün umutları yutuyor.
İhtiyar bir adam, belli ki çok yorgun, “Benden bu kadar,” diyor.
Ben de yorulmuştum. Zeytin dalına sordum; “Bitti mi?”
Cevap verdi; “Bitmedi. Zeytin dalının hikâyesi hiç bitmez.”
Bir zeytin dalı, ucundaki zeytin tanesi ve birkaç yaprakla birlikte, Yardenit’ten
aşırdığım kutsal şişenin içinden, kopardığım andaki kızgınlıkla bana bakıyor. Şişede kutsal su
yerine gliserin var. Malum, kutsal su ruhları kurtarır, benim zeytin dalımı değil…
Devam etti:
“Biz oturduğumuz yerden insanları seyreder, halimize şükrederiz. Hiçbir zeytin ağacı
bir diğerini kökünden söküp atmaz. Dallarımızdaki taneler bizim yavrularımızdır. Hepsi
birbirine benzer. Bir ad koymadan, birbirinden ayırt etmeden severiz. Hiçbir zeytin ağacı bir
diğerinin yavrusunu yok etmez. Biz onlar için yaşar, onlarla ölümsüz oluruz veya onlar bizi
ölümsüz kılar. Hangisini istersen öyle yaz.”
“Ben de seni ölümsüz kıldım,” dedim, şişeyi salladım. “Burada her zaman yeşil
kalacaksın.”
“Beni yanlış anladın,” dedi.
“Ben zaten ölümsüzdüm. Kudüs’ü ve ondan öncesini gördüm. Nice ölümlü tanrı rolüne
soyundu, nice tanrı unutulup yok oldu. Dünya ne Hazreti Süleyman’a, ne de Sultan
Süleyman’a kaldı. Ak tolgalar da geçti buradan, çelik miğferler de… Savaş çığırtkanlarının
barış ödülü aldığını, nice kahramanın sonunda buzdolabı magneti olduğunu gördüm. En son
gördüğüm beni koparan bir el, en son duyduğum dalımın kırıldığı andaki acıydı. Sen beni bir
hücreye kapattın. Sana ancak buraya kadarını anlatabilirim. Şu dalımda gördüğün ufacık
zeytin tanesi toprağa düşerse eğer, hem benden öncesini, hem de benden sonrasını anlatır
sana…”
Hem suçlanmıştım, hem de aklım karışmıştı; “Nasıl yani?” diye sordum.
“Zeytin ağacını ölümsüz kılan bilgidir. Biz bildiklerimizi zeytin tanelerinde saklarız.
Zeytinin lezzeti ondandır…”
Başını kaldırıp, bir rüzgâr bekler gibi durdu ve devam etti:
“Gövdemiz yaşlı gibi gözükür, ama sağlamdır. Soylu duruşumuz yaşımızdan değil,
görüp geçirdiklerimizdendir. Zeytin ağaçlarını izlersen bilginin de aynı yoldan geçtiğini
görürsün. Düşünür denen düşünenler, önce bizim gölgemize geldiler. Bilinmeyeni bilen
bilgeler, zeytin ağacının izini sürdüler. Onlarla aynı suyu içtik, aynı topraktan beslendik,
bildiklerimizi paylaştık. Bilgelerin ve zeytin ağacının ölümsüzlüğü ondandır.”
Cinlerle başladım, nerelere geldim. Nasıl biteceğini, bitip bitmeyeceğini merak etmeye
başladım. Sonra anladım ki hiç susmayacak. Ben kulak verdikçe anlatacak, hikâyesi hiç
bitmeyecek. Bunu bilmek beni rahatlattı. Emekliyim, vaktim bol. Yarın, öbür gün, her gün
veya bir diğer gün, ne zaman canım isterse, çekerim sandalyemi zeytin dalının önüne,
sorarım: “Sonra?”
Öyküden çok etkilendim. Bir ara kendimi yazarın anlattığı ortamlarda buldum. Anlatım çok güzeldi. Keşke hep böyle güzel öyküler okuyabilsem. Bu yazarın diğer öykülerini de bulup okuyacağım. Ellerine sağlık. Kendisini kutluyorum.
İltifatlarınız için çok teşekkür ediyorum.
Öyküden çok etkilendim. Kendisini kutluyorum.
Çok teşekkürler.
Gerçeklerin masal gibi, masalların gerçek gibi anlatıldığı bir güzel öykü. Rahat okunan, akıcı, diğer öyküleri gibi. kutluyorum. Kalemine sağlık.
Teşekkürler Lütfi, sevgilerimi gönderiyorum.
Yazar, yazdığının çok çok fazlasını ifade etmiş… Düşündürüyor, hayal ettiriyor, yorumlatıyor, merak ettiriyor, güldürüyor, ağlatıyor, ürkütüyor., şaşırtıyor…. İnsan olmanın tüm duyularına, akıl ve ruhun her noktasına minik minik dokunan, yumuşak akışlı bir suyu dinler gibi içinde kaybolarak okunan bir öykü…. Anlatılan ortamı yazarla birlikte dolaşmak çok zengin bir deneyim…çok teşekkürler……
Ben de teşekkür ediyorum. Umarım bu haksızlıkların, eziyetin ve cinayetlerin bittiği, duvarların ve tüm engellerin kalktığı bir gün, özgürce dolaşmak fırsatı bulursun.
Ancak, insanlar “gerçekten insan” olmanın, aklın, sevginin, paylaşımın, hırsları dizginlemenin ne kadar mutluluk getirdiğinin farkına varınca, o güzel dünyaya erişeceğiz…
Yüreğine, diline, eline sağlık…. Yeni eserlerini bekliyoruz..
Yaşamlarımıza örülmeye çalışılan duvarları ancak edebiyatla, öykülerle aşabiliyoruz. Yazanların ellerine sağlık. Bu arada üç harflilerin bol olsun diyelim. Seninkiler güzel işler yapıyorlar. seviyorum onları.
Cinlerin mesken tuttuğu bir ötegezegen! Fena fikir değil…
Sevgili Dostum,
Tüm yazıların gibi keyifle okunan bir öykü. Sağlıklı ve huzurlu geçireceğin önümüzdeki günlerde de birbirinden güzel öykü ve roman yazacağını biliyor ve bekliyorum.
Candan tebrikler.
Bu kadar iltifattan sonra yazmaya devam etmek şart oldu.
İlhan ağabey kutluyorum seni. Ne güzel bir dille anlatmışsın. Sanki seninle birlikte gezdim, gördüm, dinledim. Yüreğine, kalemine sağlık, sevgiler.
Çok teşekkür ediyorum. Trump-Gazze plajı açılınca birlikte gideriz.