Dolaştı ıssız sokakları. İçine çekti derin yalnızlığını. Rüzgâra karışmış şehrin, sessizliğini dinledi. Tek tük yanıyordu evlerin ışıkları. O evlere bakıp, “kim bilir ne dertleri var” diye düşündü. Öyle ya, gecenin üçünde hangi mutlu uyanık olurdu ki? Bir nevi mutsuzların kabilesidir gece. Birbirlerini hiç görmezler belki ama tanırlar birbirlerini. Ve işin en garip yanıysa, kimse sormaz neden mutsuz olduğunu. Tanrının buyruğu gibi algılayıp, kaderlerine razı olur çoğu.
Gecenin üçü. Bu saatlerde ayaz başlar. En karanlık yanıdır gecenin. Hoş, görmek istemedikten sonra ışığın ne anlamı var ki? Bir sigara yaktı, yarısını rüzgârın içeceği. Dilinde eskiden kalma bir türkü. Islığına gömmüştü çoktan bütün umudunu. Gökyüzüne doğru haykırdı, onu yaralayan bütün isimleri. Boşlukta yankılandı, yeniden ruhuna çarptı. Saplanıp kaldı geçmişin tortusu. Dokundukça geçmişe, kanatıyordu tüm iyi yanlarını.
Tüm kişisel gelişim kitaplarında, “yürümek” iyi gelir diye yazar. Doğru, ancak eksik bir yanı var. Nereye gideceğini bilenler için geçerlidir bu. Oysa ben, nereye gittiğimin farkında bile değilim. Yürüyorum yalnızca. Bu yolculuk değil, bir ayrılış hikâyesidir. Ve ayrılıklar, kimse için güzel değildir. O an; bir soru nail olur, dudaklarımda belirir. Güzel nedir? Güzel kime denir? Güzel olan nedir? Gece, güzel midir değil midir?
Ben görmesini unuttum. Gördüklerim, güzele ulaşmaya yetmiyor artık. Aynı yerde, aynı gölgenin içinde, aynı yalanı özlüyorum. Belki bir gün diyorum. Belki bir gün…
Gecenin dördü. Bu saatte yoktan var olan insan, karanlığın sonsuz olduğunu düşünecektir. Oysa sabahın habercisidir bu saatler. Görmediğimiz için anlamayız, inanmayız buna.
Sanırım inanmak böyle bir şey. Görmeden anlamak ışığı. Beklemek sabırla. Ya hiç gelmezse sabah? Bütün yıkımların kilit sorusu budur. Neye inanırsan, gerçeğin de odur.
Gecenin beşi. Evimdeyim. Radyoda Adagio çalıyor. Bir çay demledim, sabahı karşıladım. Ve bir şiir daha yazdım tüm gelmeyenlere… Dönmeyeceklerini bile bile…