Mevsim yaz ama Kuzey rüzgârları suratları ezip geçiyordu. Herkes kırmızı bir burun ve iki elmacık kemiğinden ibaret gibiydi. Dört kafadar, elin memleketinde yürüyorlardı. Önlerinde yarım saat kadar bir yol kalmıştı.
Orhan neşeyle:
-Hadi tamam artık hedefe ne kaldı?
-Şu tepe değil mi?
-Evet, onun arkası. Buradan görünmüyor.
Telefonuna baktı yeniden. Kabaca bir hesap yaptı:
-Hedefe bir kilometre, bilemedin bir buçuk.
-Vay be, korkulur bizden. Romanya, İtalya derken Hırvatistan…
Sözünü kesti arkadaşının:
-Ve işte Norveç’teyiz: Fiyortlar…
Kızlar bu sohbetin dışında kalmışlardı. Onlar kendi aralarında derin mevzulara –kikirdeşerek- girişmişlerdi. Fıtrat bu, Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten ne de olsa. Turdan bugün ayrılmışlar, ekstra geziye bir ton para bayılmak yerine solo takılmayı planlamışlardı. Vapurdan değil de bu kez bizzat karadan manzaranın peşine düşmüşlerdi. Hafifçe yükselen bir patikada manzaranın keyfini çıkarıyorlardı şimdi.
Başlarının üzerinde pamuk gibi beyaz bir bulut kümesi geniş mavilikte küçük bir yer kaplıyordu. Sağlarında, beş yüz metre sonrasında manzara bitiyor, yeşillik mavi göğe karışıyordu. Sol tarafsa peş peşe yükselen tepelerlerle alabildiğine uzanıyor, önlerindeki yüksek tepede sonlanıyordu. Yazın ortalarına gelmelerine rağmen altlarındaki otların kurumamış olduğunu fark ettiler:
-Buralar hâlâ bahar!..
Tespit Orhan’dandı. Memleketle karşılaştırmıştı Norveç’i.
-Bahar da kim?
Fatma’nın yarı şaka yarı ciddi sorusu ortamı gerdi.
-Mevsim mevsim, kimse değil, herhangi biri değil.
Fatma arkadaşının koluna girdi, birkaç adım geriden takip ediyorlardı erkekleri:
-Anlamaz benimki, espriden anlamaz, anlamaz, tın tın.
Gülüştüler. Altlarında serilip giden yeşil halı yerini irili ufaklı taşlara, kayalara bırakmıştı artık. Az gayret daha. İşte Preikestolen, nam-ı diğer Vaaz Kürsüsü. Yorgunluğun unutulduğu, gülen gözlerden belli oluyordu. Kızlar birbirine sarıldı sevinçle, erkekler de gururla bakarak anın tadını çıkardı. Kayaların arasından fışkıran yeşillikler arasından ilerlerken,
-İnternetteki fotolar kadar güzel değilmiş, deyiverdi Fatma.
-Daha fazla gitmesek mi?
-İlerleyelim beyler, arkayı dörtleyelim! O manzarada selfi yapılacak, o kadar!..
Bir elli metre kadar adımladılar. Orhan durdu, diğer üçü devam etti. Birkaç adım sonra diğer ikisi de pes etti. Onlar pes ettiler ama Fatma kararlı adımlarla gidiyordu devasa uçuruma doğru. Bulundukları yerden fiyordun karşı yamacı görünüyordu. Ama dibini görme cesareti sadece birinde vardı.
-Yeter!.. Seslenen Orhan’dı, diğerleri de katıldılar ona. Ama karalı adımlarla ilerlemekte ısrar etti bizimki.
-Ama abartıyorsun, tadında bırak! Tiz sesiyle haykıran bu kez Selma oldu.
Durmadı, kararlı iki adım daha attı. Bir daha atsa altı yüz metre aşağıda denizle kucaklaşacaktı. Sağ ayağını yarım adım uzattı, solu az sürükledi peşinden. Hafif geriye döndü, omuz ucundan süzdü arkasındakileri. Sol dudağı yukarı kalkıktı şimdi. Kararlıyım demek miydi bu, yoksa müstehzi bir gülüş mü, çok anlaşılamadı.
-Yeter ama yeteeer!… Ne yapmaya çalışıyo’sun?
-Ne mi? Artık buna bir son veriyorum.
-Haydaaa… Ne diyo’sun kızım, ne sonu?
-Benimle artık dalga geçemeyeceksin.
-Ne dalgası? Ne diyo’sun sen ya?
Fatma’yla Orhan’ın konuşmalarını birbirlerine bakarak takip ediyorlardı arkadaşları. Selma’ya, ‘Ya, ne oluyor bunlara’ diyen eşinin yüzü tam bir soru işaretiydi. Peş peşe kırpılan sol göz de işaretin noktasıydı yanıp yanıp sönen.
-Beş yıl oldu, tam beş…
-Ne?
-Ne, tabii… Beş yıldır oyalıyorsun beni.
-Nasıl yani?
-Bak, bak, safa yatmalar… Beş yıldır hâlâ arkadaşız…
-Evet, arkadaşız.
-Ha, ha, ha… Arkadaşmışız. Sevsinler. Bak en yakın arkadaşlarımız evleneli iki yıl oldu, bebek bekliyorlar.
-Eee…
-Eee’si ne. Ya biz, biz ne olacağız?
Her şey aydınlanmıştı artık: “Doğurmamalı mıydı onu doğuran, birleşmemeli miydi birleştiğiyle?”
-Susarsın tabii… Ya ben? Annemler bana sorduklarında ben ne yapıyorum. Ben de susuyorum tabii. Yeter artık, yeter…
Sol ayağını sağın yanına tam çekti, ‘hazır ol’da gibiydi şimdi. Neye ‘hazır’? Uçmaya?
-Sevgilim yapma yeter, bu böyle çözülmez.
-Ya nasıl çözülürmüş?
– Konuşalım, iki yetişkin gibi.
– Ne konuşması? Tok benim karnım.
Her iki kolunu da açtı. Evet evet, tam da uçacak gibi.
-Hey, n’oluyor? Çok ileri gittin ama. Sözü bu kez Selma almıştı.
-Yeter artık bir son veriyorum buna, her şeye…
-Hayatım, yapma, seni seviyorum. Çoktan ağlamaya başlamıştı Orhan. Yapma, ah. Dayanamam.
-Dur Fatma!
-Dur, yapma…
Sesler beyninde dans ederken Orhan indirici darbeyi aldı:
-Dönüşte hemen evlenelim. Söz!
Arkadan görünmüyordu, ispatlayamazdık ama uçurum tarafından bakılsa, gözlerinin soldan sağa tam bir muzip sevinç turu attığına emindik.
Şöyle bir silkindi, doğruldu. Deminki yılmış halinden sıyrılmıştı.
-Evet, söz, söz… Artık iyice yalvarıyordu Orhan.
Bir adım geri çekildi, bir adım daha. Sonrasında arkadaşlarına döndü, beş altı kararlı adım daha attı ve sarıldı aşkının boynuna. Her ikisi de ağladılar bir süre. Arkadaşlarda da sevinç gözyaşları… Tadı kaçan zirve fethi kısa sürmüştü. Birkaç dakikaya dönüş yolundaydılar. Yine erkekler önde kızlar arkada. Önde ses seda yok, arkada hafif fısıltılı kıkırdaşmalar fıtrat gereğiydi:
-Kızım çok ileri gittin. Plân bu değildi. Korktum bir ara.
-Aman, doğaçlama oldu ama sonuç ‘mutlu son’ sen ona bak.
02.12.2024
Namık Budak
namikbudak@gmail.com