I
-Yasemin, kalk!
-…
Gözlerini aralar gibi oldu, uyku tatlı geldi. “Amaan, boş ver!” Sabahı düşündü, arkadaşı seslenmişti aynen böyle:
-Kalk kız!
-…
– Bak, gene sis!
Heyecanla kalktı. Oda arkadaşı pencerenin başındaydı, ona sokuldu. Birlikte dışarıyı seyre koyuldular. Aslında seyredilecek bir şey de yoktu. Pencerenin önü beyaz bir tül kaplıydı. Gençler bu tülü hayalleriyle süslüyorlardı sadece. Yasemin en çok da zamanlamaya şaşıyordu. Memleketinde sadece ilkbaharlarda oluşan sis burada sonbaharda da karşısına çıkmıştı.
-Öğleden sonra tamam di’mi?
-Evet, saat üçte kapıda. Konuştuk ya.
Buluştular ve yola koyuldular, Yasemin, oda arkadaşı ve üç delikanlı. Kaldıkları yurda bir saatlik mesafedeki ormana daldılar. Her taraf yemyeşil!.. Bırak sonbaharı, kışın bile yapraklarını dökmeyen çamlar tepelerinde, çimenden halı ayaklarının altında her bir yerde. O kuytu senin, bu kovuk benim. Toprağı, kurumuş dalları eşele, bul hazineyi. Bir yarım saat boş boş dolaştılar. Birer ikişer kısmet geldi peşinden: dört kocaman dede börük ve on beş, yirmi melki, kıpkırmızı. İlk, Ayhan bulmuştu:
-Ben buldum, ben buldum!
Bulduğu minik bir şeydi, ama altın madalya onundu. Gümüş, iri bir şemsiyeyle Yasemin’indi. Diğerleri kısmetsizdi. Söz verdikleri gibi,
-Yakıyoruz değil mi ateşi?
-Elbet! dedi bizimki, “Ne çok ayı mantarı olur bizim oralarda,” diye geçirdi içinden. Burada kısmet olmamıştı. Yeterince toplayamadılar. Tadımlık olacaktı artık, doyumluk değil. Üç ince dal koparıldı.
-Keşke bıçağımız olsaydı yanımızda. Eli işe yatkındı Ayhan’ın. İkişer üçer mantarı yanlarından dallara geçirdi, Yasemin de üzerlerine küçük birer parça kaşar tutuşturdu. Ne güzel de bir iş bölümüydü bu, uyumlu.
-Tutun bakalım ucundan!
Ateşin harının geçmesi beklendi, yalımlar bitti. Korla birlikte Dumas’nın üç kılıcı ateşe uzatılmıştı şimdi, kızlar seyirci.
-Uçtaki foşurdadı!
-Az daha bekle!
-Benimki de oldu.
-Oh, mis mis!
Kaşarlar saldı kendini, yayıldılar mantarların üzerine. Uçtan pişkin olanını Yasemin’e uzattı Ayhan. Diğer genç de yanındakine verdi bir tane. Birkaç tur böyle devam etti. Hapur hupur götürdüler. Geride mantar kalmadı. Ateş de sönmüştü kendiliğinden. Ne yanmıştı ki zaten birkaç çalı çırpı. Gene de tedbir elden bırakılmadı. Hep birlikte nemli topraktan birer ikişer avuç toprak boca edildi ateşe. Zaten onun da yanmaya çok niyeti yoktu. Duman bile çıkaramadan bertaraf olmuştu.
Karınlar şöyle böyle doymuştu, temiz havanın da etkisiyle dinlenmeye geçti ekip. Delikanlılar karşı ağaçların dibine serildi, Yasemin de oda arkadaşının kucağına bıraktı başını. Gözleri kapandı.
II
-Yasemin, kalk!
-…
Gözlerini araladı. Mümkün değil açılmıyor. Bir kıpırtı göz kapaklarında… “I-ıh” olmadı, olamadı. Ne ağır uykuymuş bu? Köyünü hatırladı, sıcak sobanın karşısına uzanışını…
-Bugün gider miyiz abla?
-Nereye?
Cevabı bildiğini muzip gülümsemesinden anlıyordu ablasının. Bir şeyi daha kesin biliyordu: Öğleden sonra sırtlarını maviliklere verip dağa tırmanacaktı kesinlikle.
-Dumanı görüyor musun?
-Evet.
-Açar mı öğleye?
-Açar, açar.
Öğleyi bulmamıştı “her şey aydınlanmıştı!” Mis gibi bir gün vardı önlerinde. Baharı ayrı severdi Yasemin. İçi kıpır kıpır olurdu. Doğanın canı ona geçiyordu sanki.
-Mutfağı süpür!
-Yaa…
-Süpürmezsen gitmeyiz, sen bilirsin.
Biliyordu süpürmese de gideceklerdi. Ablası ona kıyamazdı. Ne derse, ikiletmezdi.
-Tamam, tamam, dedi ve koyuldu ev işlerine.
Ben büyüyünce ev işleri yapmayacağım. Çok kazanıp kendime hizmetçi tutacağım. Tabii, önce güzel bir üniversite, iyi bir bölüm. Elbet güzel de bir meslek. Yaptığım işi zevkle yapacağım. Mutlu olacağım. Ne olsam, ne olsam? Bir doktor, bir öğretmen belki de. İnsanların hayatlarına dokunmalıyım. Onları etkilemeliyim. İki yıl daha var okulun bitmesine. Çalışmalıyım. Sınavı kazanmalıyım. Babam… Onu gururlandırmalıyım. Ya kısmet, acaba kaç puan alırım? Neye yeter puanım. Yaa…
-Hadi kız yeter oyalanma, çamaşırlar var asılacak.
Ablasıydı yine seslenen. Kendisi beş dakika boş durmaz, kardeşini de hep dürtüklerdi.
İşler bitmiş, dağa çıkılmış, iki büyük sepet ayı mantarıyla eve dönülmüştü öğleden sonra. Birkaç saat yetmişti tüm bunlara. Şimdi işin en güzel tarafı vardı: Mantarların pişirilip afiyetle yenilmesi.
-Abla anneme diyelim de bu akşam mantarı sobada yapalım.
-Olmaz! Yemek olacak.
-Ne olur, ne olur!..
-Hayııır.
-Hiç değilse benim için, birkaç tane…
-…
-He be abla!
-İyi, tamam, bakarız.
Bakıldı da. Yasemin sekiz on mantarı soba üzerinde cazırdattı. O ne kokuydu öyle: Mis mis… Suyu akanları, dili damağı yanarak yedi de yedi. Ekmeksiz. Akşam yemeği sonrası, bahar serinliğinde yanan sobanın sıcaklığıyla sedire uzandı. Televizyonda haber spikerinin sesi ninniydi şimdi. Uyku ne tatlı…
III
-Yasemin! Hadi uyan!
-…
Gözlerini açmaya çalıştı. Olmadı. Denedi, zorladı, bir iki kırptı göz kapaklarını… Çok ağır bir uyku… Yüzyıllar sürdü sanki. Ha gayret! Kirpiklerinin arasından bir ışık parladı. Açık tutmaya çalıştı, dayanamadı düştü göz kapağı.
-Kıpırdadı, uyandı! Aman Allah’ım. Hemşire Hanım!..
18.11.2024
Namık Budak
namikbudak@gmail.com