Uyandım. Hiç kimse daha önce hayatıma girmemişti sanki. Hiç kahvaltı etmemiş, hiç mısır patlatmamıştım. Hiç pulp fiction izlememiş gibi baktım o gün etrafıma. Yüzümü yıkamak gibi bir rutinse, plan dahilinde bile değildi. Camı araladım, alkol kokuyordu oda, alabildiğince kül ve izmaritlerle dolu bir küllük başucumdaydı. Yarısı içilmiş ve ne zamandan kalma olduğu belli olmayan bir kola kutusu ayakucumdaydı. Farelerin dahi saygı duyacağı bir kirliliğin içindeydim. İnsan olmanın kıyısından bile geçememiş bir evrim süreci. Başarısız bir uyanıştı. Bunu küllüğe bakarak ya da devrilen çalışma masasına bakarak da anlayabilirdiniz. Gogh’un odası bunun yanında saray süiti gibi kalırdı. Esnemek için nefesim fazla kirliydi. Yıkanmak icinse fazla esirdim yatakta. Islanmış sararmış bir çarşaf ve teki olmayan bir ben. Geçirmiştim yine kışlıkları üzerime, içime kar yağıyordu…
Üşümüştüm yine. Isınmak, çakmak ateşinin ahenkli dansını izlemekti. Fazlaydı bu sefer ki. O denli fazlaydı ki kalkmamalı, yüzleşmemeliydi insan bununla. Ayak parmaklarım kıpırdıyordu, kolumsa bantla tutturulmuş gibiydi. Başımı yatağın içinde arıyordum. Ağrıdan çatlayacaktım. Çıt diye ortadan ikiye ayrılacak gibi doğrulmaya çalıştım. Gül desenli vazonun yerinde, gri küle boyanmış bir sehpa duruyordu. Olması gerekenler; olması gerektiği yerlerden uzaktaydı. Gece o kafayla yatağı tutturabilmiş olmam ise, mucizelere inandıracak türdendi. Şortum yoktu, pantolon ise sokakta bir yerlerde içini doldurmaya çalışıyordu muhtemelen. Çoraplar ve botlar iç iceydi. Bu tablodaki en samimi şeydiler sanırım.
Burayı düzeltebilecek temizlikçi aziz ilan edilirdi. Dracula’nın paslı tabutu buradan daha iç açıcı bir yatak odası seçimi olurdu. Yastığın kılıfı çıkmış, sapsarı toz içinde ve deterjan diye bağıran yastık apış aramdaydı. Sucuk kokuyordu havalandırmadan, hayattan bir şekilde kopamayan insanlar kahvaltı yapıyordu. Midem ayyuka çıkmıştı bu kokudan, kafamı döndürmemle dünyanın dönmesi aynı ana denk gelmiş olmalıydı ki düşmedim yere. Zeminde siyah bir poşet, içi fıstık kabukları doluydu ve yırtılmış 20 papelin üstünde de bir telefon numarası karalanmıştı. Yerlere saçılan metelikler ve alışverişin ispatı gibi böbürlenen bira şişeleri… Yarısı boş bir meyve suyu kutusu ve yuvarlanmış bir 50’lik Rus…
Telefon. Telefonum olmalıydı bir yerlerde ama şu tabloda belki hala icat edilmemiş dahi olabilirdi. Cevapsız çağrılar, boş atılan mesajlar, bilinmeyen numara dolu arama kaydı ve sömürülmüş internet paketi ile nereye girdiyse orada kalabilirdi kendisi. Boş bir Camel soft, buruş buruş atılmış bir iddaa eki ve her yanı kupon dolu talih arayan bir zavallı ben. Sümük ile suyu ayırt edemeyen bir alkolik, zeytini bir tek meze tabağında görmüş kayıp ruh. Fıskiye gibi midesine rağmen, zift gibi kahveler arzulayan saçma bir bünyeye sahip reflülü canım kendim. Sağlığa inat olarak hareket eden bir boş tenekeydim. Yerdeki biralar gibiydim, tek farkımız onlar yerde; ben yatakta yuvarlanıyordum. Gerçi onlardan birini yatağımda görsem buna da şaşırmazdım doğrusu. İnsan genelde ağzına soktuğu şeyle aynı yatağı paylaşır değil mi sonuçta? Bu yatağı benle paylaşacak histerikli kadın ne yazık ki daha hayatıma girmemişti.
Tişörtüm omuz kısmından söküle söküle ilmik ilmik atmıştı. Vücudum onu da toksin gibi atmaya çalışmış olmalıydı. Ter içinde olduğunu, kupkuruyken bile anlıyorsan eğer, muhteşem bir mide bulantısı seni sırada bekliyor demektir. Ama kusmak için çok erkendi, ancak bazı şeyleri daha fazla içimde tutamazdım. İnsan ağlamamak için gülmeyi dener ya bazen, sonra ikisi karışır saçma bir hal alır… Ardından orospu bir hıçkırık yakalar, nefesini tutarsın ve geçsin gitsin diye mal gibi beklersin. Biraz ümitlen diye odaya azıcık güneş damlar perdenin arasından. O esnada toz zerrecikleri arzı endam eder ve yeni bir yanılgı içine düşer beyin. Yaşamak sanar bunu, tüm bunları, izmaritleri, içkileri donları. Sevmek sanar sevişmeyi, detoks sanar kusmayı ve öğürmeyi… Anlatacaktır sonra bu saçmalığı, ulan ne geceydi be diye. Yazık! Cool sanar olamadığı birini kovalamayı. Eşiği aştığında kolunda serum, tavanı izlerken rutubetli hastanede, yanında bir ses bir soluk olmadan ölü gibi serilip sedyedeyken…
İşte o zaman söylenir bir daha aslalar. Nafile, küçük kulaçlara benzer bu. Çünkü akşamdan kalmalık git gide daha sert vurur insana. Bayat balık gibi kokuşmuş bir mabat ile seyreden tuvalet yolculukları eşlik eder günün kalanına. Gün geceye döndüğünde de, artık çoğalırsın panik ataklarla. Uğraşırsın kırdığın kalplerle, çiğnediğin öz saygınla… Söversin ta en başına, ilk ınga dediğin o ana. Ana rahmine dönmek ve cenin pozisyonunda bir dokuz ay yatmak istersin. Yağmur yağsın ama güneş de olsun ve bir gökkuşağı odanın içinden geçsin istersin. Bir kızın olsun, saçları örülü, minik ayakkabıları ve tütülü eteği ile sana baba desin istersin. Yaşın gençtir ama sen buna rağmen tüm güzel şeylere çoktan geç kalmışsındır. Öylece yağmurda dans etmeliydik oysaki değil mi Chaplin? Ne güzel de tokuştururdun o topuklarını… Denerken yere kapaklanıverirdim küçük bir çocukken. Boyumdan daha büyük olduğum zamanlarda…
Şerefe.
Tolga YAZGILI
Muhteşem bir betimleme duygu ve hislerle geceden kalmış birisini ancak bu kadar mükemmel anlatılrdı ve kardeşimde mükemmel anlatmış hayran kaldım emeğine gönlüne sağlık kardeşim,selamlarımla.