Hasta bakıcı elinde temiz çarşaflar ile 119. Odaya girdi. Bir yandan söyleniyor bir yandan da yatağı çekiştiriyordu. Belli ki birilerine kızmıştı. Zira burası hastaneydi; stres, mobbing, hiyerarşi, bunlardan herhangi birine maruz kalabilirdi insan burada. Mavi önlüklü, kır saçlı bu hasta bakıcı da bunlardan birine içerlemiş, acısını da yataktan çıkartıyordu. Kirli çarşafları arabasına atıp söylenerek çıktı odadan.
Kız pencereyi açmış, çiseleyen yağmur damlalarının narin parmaklarından kayışını izliyordu. Fildişi rengi yatağından doğruldu yaşlı kadın, “Kızım, bir bardak su ver hele, ama ılık olsun.” Pencere pervazındaki şişeden bir bardak su doldurup uzattı kız. “Anneanne, sanırım karşı yatağa yeni bir hasta gelecek.” yaşlı kadın suyu yutkunarak başını salladı.” İnşallah, bana akran gelirde iki lafın belini kırarız.” Kız güldü, “ Tabii ya iyi gelin çekiştirirsiniz değil mi? yağlı göbeğini titreterek kıs kıs güldü yaşlı kadın… Biraz sonra otuz, otuz beş yaşlarında bir kadın kucağında bir çocukla odaya girdi. Hemşire arkasından seslendi, “ Bu yatak sizin, çocuğu yatırabilirsin.” kadın çocuğu yatağa yatırırken derin nefesler alıyordu; alnında ki terler, geceyi aydınlatan gümüş renkli ay gibi parlıyordu. Bitkin haline aldırış etmeden etrafına bakındı, su aradığını anlayan kız bir bardak su uzattı. Oğlunun kafasını kaldırdı, zoraki bir iki yudum içirebildi. Sonra sarı saçlarını okşadı, elmacık kemikleri çıkmış yanaklarından öptü. Adı, sanı neydi bu çocuğun? Kaç yaşındaydı? Bir değneği andıran kollarına, küçülmüş cüssesine bakılırsa yedi, sekiz yaşlarında gösteriyordu. Alnının üstüne düşmüş, altın sarısı kâkülünün altında, boncuk mavisi gözleri yerinde durmuyor, bir misket gibi sağa sola yuvarlanıyordu. Çatlamış dudaklarına takılan harfleri bir araya getirmeye çalışıyor, fakat güç yetiremeyince de bir bebek gibi ağlıyordu. Kadın çantasından çıkardığı mendille oğlunun dudaklarının arasından sızan salyaları sildi. Vaktinden önce yaşlanmış bedenini bir çaput gibi bıraktı yatağın ucuna. Bendini yıkan sular gibi fışkırdı gözyaşları, elleriyle yüzünü kapatıyordu. Her anne gibi çocuğuna zayıf ve biçare görünmek istemiyordu. Hâlbuki zayıf anneler ağlamazdı ki asıl güçlü anneler ağlardı. Kalbinde kocaman merhamet taşıyan, ruhlarına fedakârlık kodlanmış anneler çok güzel ağlardı. Kız gördüğü manzaraya daha fazla seyirci kalamadı. Kadının yanına yaklaşıp elini omuzuna koydu. “Lütfen ağlamayın, inşallah oğlunuz iyi olacak.” Kadın ellerini yüzünden çekip kızarmış gözlerle baktı kıza, “Ben onun acı çekmesine dayanamıyorum. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Ben nasıl bir anneyim? Dudaklarım kurudu artık öpmekten, ama dinmiyor acısı… Öpmek en iyi ağrı kesiciymiş, yalan bunların hepsi…” Kız dumura uğramıştı. Bir anne nasıl teselli edilir hiç bilmiyordu. Anneler çocuklarını bu yüzden mi öperdi? Yüreğindeki boşlukta, yine o cevapsız sorularla kalakalmıştı. Yıllarca annesizliğin neden-i ve niçin-i ile boğuşmuştu zaten… Anneannesine ne zaman annesini sorsa, “ Boynu altında kalasıca, bir adamın peşine takılıp gitti. Anne olamadık kahpe!” diyordu. Gerçi bir kere telefonla konuşmuşlardı, o zamanda ağlamaktan bu soruları sormak hiç aklına gelmemişti. Kendini haklı çıkaracak bir takım şeyler zırvalamıştı annesi; bir yuva kurmuşmuş, çocukları olmuşmuş, evlendiği adam kızını kabul etmem, demişmiş… O gün annesinin üstüne kürek dolusu toprak atmış, kalbinin derinliklerine gömmüştü. Şimdi bu kadın nerden çıkmıştı karşısına? Çocuğu için yiyip bitiriyordu kendini. Hem de hiç konuşmayan, tek başına yemek yiyemeyen, bir bebek gibi altı bezlenen bir çocuk için… Annelik her bünyede aynı tecelli etmiyordu. Kimi anne evladını kendinden bir parça görürken, kimisi de kesilmesi gereken bir tırnak gibi görüyordu demek ki…
Güneş eteğini toplamış, vedaya hazırlanıyordu. Güneşin oda da bıraktığı son huzme çocuğun yüzünde haleler oluşturmuştu. Bir saat önce doktor gelmiş, böbreklerinden birinin iflas ettiğini ve sabah ameliyat olması gerektiğini söylemişti. Çocuk çektiği acıdan dolayı inlemeye devam ediyordu. Annesi naçar evladının elini yüzünü okşuyor, tüm duaları üstüne okuyordu. Annelik biraz da çaresizliğin adı olabilir miydi? Sabaha kadar acıdan inim inim inledi çocuk. Anne ağladı, kız ağladı, yaşlı kadın dizlerine vura vura ah çekti… Sabah hemşire elinde ameliyat önlüğüyle odaya girdi. Anne vermek istemedi evladını, üstüne kapandı, sarıldı. Çocuk şaşkındı, acısı biraz olsun dinmiş gibiydi. Annesine öyle içten, öyle minnettar bakıyordu ki -kız gözyaşlarına engel olamamıştı-zaten sadece annesine bakarken gülüyordu gözleri… Hasta bakıcılar bir tabut gibi iki ucundan tuttukları sedyeyi yatağa yaklaştırıp çocuğu bir kemik torbası gibi bıraktılar. Anne eteğini toplayıp oğlunun ardından koştu. İğneden delik deşik olmuş elini tuttu. Öptü, kokladı. Kız içindeki molozların arasında izledi anne ve oğlun vedalaşmasını, gözerinde biriken yaşları usulca bıraktı yanaklarına, çocuğunun ardından çaresiz bakakalan annenin koluna girdi, teselli edecek herhangi bir cümle kuramasada saatlerce ellerini bırakmadı. Saat bir türlü ilerlemiyor, çocuktan ise hiçbir haber gelmiyordu. Hemşireler ve hasta bakıcılarda odayla ilişiğini kesmişti. Koridorda arada bir cılız terlik sesleri duyuluyordu. Cihazlardan çıkan, mekanik seslerde olmasa insan kendini bir mezarda sanırdı. Kadın kaç kez gidip gelmişti danışmaya, fakat her seferinde aynı klişe cevapla geri dönüyordu, “Ameliyat devam ediyor, birazdan çıkar.” evet, biraz sonra çocuk değil ama haberi geldi. Doktor elinde kefen beyazı bir dosya, ardında asistanları ile odaya girdi. Anne oturduğu yerden fırladı, doktor başı önde, Yeşilçam repliğini usta bir oyuncu gibi tekrar etti, “Elimizden geleni yaptık, ama maalesef kurtaramadık…” kadın olduğu yere çöktü, derin bir sessizlik kapladı odayı. Herkes bir haykırış bekledi, yanık bir ses, ciğerleri dağlayan bir figan… Kadın titreyen bedenini, usulca bıraktı soğuk zemine. Cenin pozisyonunu aldı. Çorak toprakları andıran dudakları, gözlerinden akan yaşlarla bereketlenmiş de bir şeyler söyleyecek gibi birbirine çarpmaya başladı. Doktor kapının eşiğinde, hiç istifini bozmadan yanında ki asistanlara seslendi, “Şoka girdi sanırım, sakinleştirici yapın!” Hemşire elinde enjektör ile başında bekliyordu. Hasta bakıcılar izbandut gibi kollarından tutup çekiştiriyorlardı. Kız, titreyen sesiyle bağırdı, “Yeter artık! Rahat bırakın kadını, sizin daha mühim işleriniz vardır, ben ilgilenirim kendisiyle…” Boşalan oda da bir anne, bir kız ve yaşanılanları daha önceden görmüş yaşlı bir kadın kalmıştı. Kız, kadının yanına yattı. “ Konuş lütfen, seni dinliyorum,” dedi. Kadın mırıldanmayı bırakıp gözlerini zoraki açtı. Gözlerinin beyazı kırmızıya boyanmıştı. Harfler dudaklarının arasında sıkışıp kalıyor, bir kelimeye dönüşmeden geri içine kaçıyordu. Kız sabırla bekledi. Nihayet dudakları yavaşça açıldı, “ Oğlum cennette konuşa bilecek değil mi? Bana anne, diye seslenecek, el ele tutuşup birlikte yürüyebileceğiz değil mi? Kız boğazında düğümlenen hıçkırıkları yutkunup evet, dedi boğuk bir sesle, hem de hiç ayrılmaksızın, yıllardır içinde biriktirdiği anne özlemi ve annesizlik öfkesiyle kadına sımsıkı sarıldı. Kadın titredi, kız ağladı, yaşlı kadın tüm yetim yürekler ve kalpsiz anneler için göğsünü dövdü durdu…