SİNEK VE ADAM
Ferit Bey Konağı aslında bende öyle uzun uzun çağrışımlar yaptıran ve bir dolu anılarımın olduğu bir yer değildi. Ama kaderin şu cilvesine bakın ki şimdi onun istikbalini belirleyecek kararı vermek bana nasip oluyordu. Tabii bu istikbal kelimesi hiç yerine oturmadı. Çünkü Ferit Bey Konağı istikbal değil mazi demekti. Verilecek karar ise onun yıkılıp, yerine bir apartman dikilmesi ile ilgili idi. Şimdi tartışılan ise hangi şartlarla ve hangi müteahitin bunu gerçekleştireceği konusu idi.
Efendim Ferit Bey, babam rahmetlinin anne tarafından dedesi oluyor. Kendisi 93 harbine katılmış, Osmanlı’nın saygın bir miralayı imiş. İşte bu konağı da zamanında o yaptırtmış. Fakat kendi yaptırdığı konağın tadını çıkartmak pek kısmet olmamış zavallıya. Genç yaşta veremden ölmüş. Söylediğim gibi anlatacak fazla bir “konak anım” yok. Ben sadece hayal meyal bayramlarda babaannemin elini öpmeye gelişimizde, onun beyaz bir mendil içinde verdiği bayramlıkları hatırlarım. Babaannem gün görmüş bir kadındı. O beyaz mendilin içinde mutlaka bir çikolata, bir de küçük çeyrek altın olurdu. Benim için çekici olanı elbette ki çikolata idi. En büyük keyfim, onu hemen oracıkta, bir solukta mideye indirmek olurdu. Çeyrek altın ise hiç umurumda olmazdı. Onu da zaten daha konağın kapısından çıkmadan anam “Ver bakayım şunu bana, yoksa kaybedersin” deyip elimden alıverirdi.
Şimdi aile adına görüşmeye gittiğim Rüstem Bey işte bu konağa talipti. Yani bu konağı yıkıp, yerine şöyle güzel, ferah bir apartman dikecekti. Aslında Rüstem Bey’in ve diğer müteahitlerin bu arzuları uzun zamandır biliniyordu. Fakat rahmetli halam bunların hiçbirini köşkün bahçesine bile yaklaştırmazdı. “Benim sağlığımda zinhar” deyince akan sular dururdu. Aslında amcamın çocukları da Rüstem Bey’den aşağı kalmıyorlardı. Ama bu konuyu halamın yanında açmak kimin haddine? Amcam Paris’te ateşe militerdi, çocukları da yıllardır yaşadıkları Fransa’nın çeşitli şehirlerinde iş güç sahibi olmuşlardı. En büyükleri Türkiye’de doğmuştu. Ama öbür ikisi Türkçe konuşmayı dahi beceremezlerdi. Amcam rahmetlinin cenazesi bile oralarda kaldıktan sonra, çocuklarının Türkiye’ye dönmesi beklenemezdi herhalde. İşte bu yüzden amcamın çocukları da bir an önce Ferit Bey Konağı’nın satılmasını ya da bir müteahite verilmesini ve paylarına düşeni en kısa zamanda paraya çevirmek istiyorlardı. Ne var ki altı ay öncesine kadar yani halamın sağlığında bu konunun lafını etmek bile tamamen imkansızdı.
Evet bu imkansız bir şeydi. Bütün bunları Rüstem Bey de biliyordu. O Rüstem Bey ki halam rahmetliye yaklaşmak için ne yollar denemişti. Ama her seferinde de refüze olmuştu. Hatta anlatırlar ki ilk karısı ölünce Hayriye’ye bile talip olmuştu. Hayriye, halamın evlatlığı idi. Halam hiç evlenmemişti. Hayriye onun eli ayağı, her şeyi idi. Çocuk yaşımda duyduklarıma göre evli bir adama aşık olmuş ve bu umutsuz aşk yüzünden intihar etmişti. Her nedense bu Hayriye konusu aile arasında hiç konuşulmazdı. Ama ben o çocuksu içgüdülerimle hep Hayriye ile ilgili bir şeyler olduğunu hisseder, fakat yine de o sezgilerimi ve içimdeki merak duygusunu bastırmaya çalışırdım.
Bugünkü aklımla anladığıma göre bu konak meselesi Rüstem Bey için o kadar önemli idi ki; ilk eşinin vefatından sonra Hayriye ile evlenmeye bile talip olmuştu. Anlatıldığına göre bu konu, konak konusu ile doğrudan ilintili idi. Ama önce Hayriye intihar etmiş, sonra da Rüstem Bey şimdiki eşiyle evlenmişti.
Rüstem Bey’le konuşmaya giderken bütün bunlar bir bir aklımdan geçti. Kendi kendime “Şu dünya ne kadar tuhaf” diye söylendim. Halam ölmüştü ve mirasçısı yoktu. Amcamın mirasçıları ise çok uzaklarda, yaban ellerinde idi. Babamın mirasçısı olarak çoluk çocuğuyla haşır neşir ablamı saymazsak, Ferit Paşa Konağı ile ilgili son kararı ben verecektim. Bu bana son derece komik geliyordu. Bir an konak gözümün önünde canlandı. Üç farklı yöndeki o zarif cumbaları, cumbaları taşıyan ahşap, işlemeli konsolları, adeta konağın soylu geçmişinin tanıkları gibiydiler. Ama bir kısmı çoktan çürüyüp dökülmüş, geri kalanları da bir süre daha konağa yapışık kalmaya çalışan söveleri, bende sanki hep geçmişle ilgili bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş da, kimse onları dinlemiyormuş gibi bir duygu uyandırırdı. Konağın içinin de bende öyle uzun boylu bir anısı yoktu. Ama o ahşap merdiven başındaki bal rengi kristal trabzan başını unutmam mümkün değil. O trabzan başı greyfurt büyüklüğünde bir Bohemia kristaliydi. Özellikle sabah güneşi vurunca oluşan renk cümbüşü ve ışık yansımalarının çocuk beynimde oluşturduğu heyecan hala taptazedir.
Rüstem Bey’in bürosunun yolunu tuttuğumda sıcak bir temmuz ikindisiydi. Büro büyük bir iş hanının üçüncü katındaydı. Oldukça geniş sayılabilecek bu büro hep sıradan eşyalarla döşeliydi. Ama Rüstem Beyin ceviz masası hayli ihtişamlı görünüyordu. Masanın arkasındaki Rüstem Bey de o masayı tamamlıyordu adeta. Önce üstünkörü bir hal hatır sordu. Belli ki hemen konuya girmek istiyordu. Ama yine de ne içeceğimi sormayı ihmal etmedi. Fakat daha cevap vermemi bile beklemeden “Bu sıcakta soğuk ayran iyi gider” dedikten sonra iki ayran ısmarladı.
– Azizim, diye başladı. Biliyorsunuz artık günümüzde bu konaklar filan çoktan devrini doldurdu. Günümüzün gelişmiş imkanları ile bu konaklardaki imkansızlıkları mukayese etmek mümkün değil. Esasen bunu mukayese eden de yok.
Besbelli ki Rüstem Bey ben gelmeden hazırlığını iyi yapmış ve lafı bir an önce istediği yere getirmeye çalışıyordu. Sağ alt çekmeceden bir not defteri çıkardı. Zaman zaman o deftere göz atarak konuşmaya başladı:
– Ferit Bey Konağı’nın arazisi toplam 1652 metre kare. Belediye imar mevzuatına göre önde yol tarafından 8 ve batı cephesinden 6 metre içeri çekmemiz gerekecek. Bu yola terklerden sonra arsa haliyle aşağı yukarı bin metrekareye düşüyor.
Rüstem Bey’in aklı metrekarede idi. Benimse içim cız etmişti. Çünkü bu, ön taraftaki o canım erguvan ağacı ile yaşı belki konaktan da eski olan ıhlamur ağacı kesilecek demekti. Yan taraftaki gülhatmiler, hanımelileri, şakayıklar da gidecek besbelli. Yalnız arka bahçedeki fıstık çamı ile turunç ağaçlarının bir kısmı kurtulabilir belki. Turunç deyince aklıma geldi. Babaannem her şeker bayramında bize mutlaka turunç reçeli ikram ederdi. Bu ikramın kendine özgü, adeta törensel bir yanı vardı. Reçel ikramı hep oval, gümüş bir tepsiyle yapılırdı. Bu tepsinin tam ortasında kristal bir cam kap içinde turunç reçeli ve yanlarda yaldızlı iki cam bardak bulunurdu. Bu cam bardakların birinde turalı, gümüş reçel kaşıkları bulunur, diğeri ise yarı yarıya su ile dolu olurdu. Reçel ikram edilen kişi önce birinci bardaktan aldığı kaşıkla turunç reçelinden alır, sonra ağızdan çıkan kaşık yarı yarıya suyla dolu ikinci bardağa bırakılırdı. Konakta mutlaka turunç reçeli ikram edileceğini bilen anam rahmetli her seferinde bir yanlışlık yapmamam için beni sıkı sıkı tembihlerdi. Bu yüzden bu turunç yeme törenlerini ben hep –ihtimal o çocuk beynimde abartarak- kutsal bir ritüel gibi görürdüm. Her neyse, Rüstem Bey devam ediyordu:
– Ama siz yine de şanslı sayılırsınız, biliyorsunuz Sabuncuzadelerin Köşkü ile, Nigar Hanım Yalısı’nı da ben yapmıştım.
Rüstem Bey bu “Biliyorsunuz” u öyle bir vurgulamıştı ki, ben “Hayır bilmiyordum” diyecek cesareti kendimde bulamadım. Ayranlarımızı yudumlarken o yine devam ediyordu:
-Sabuncuzadelerin arsası 3.5 dönümden biraz fazlaydı. Ona imar izni alabilmek için yarısını yola terk etmek zorunda kaldık. Nigar Hanım Yalısı’nda da ona yakın bir miktar yeşil alana gitti.
Rüstem Bey yaşını pek belli etmeyen biriydi. Daha doğrusu, yaşını gizlemeye özen gösteren bir hali vardı. Ama yine de görünen kimi anatomik özellikleri yaşı hakkında bazı ipuçları veriyordu. Mesela şu topan burnu ve onun bir portakala kabuğuna benzeyen derisi, yine tam burun topanı üzerindeki ince kırmızı kılcal damarlar… Burun derisinin o kısmındaki damar ağı, burnun ucunu adeta kırmızı renge bürümüştü.
Bu kurt müteahit, her haliyle konuya olan hakimiyetini belli etmeye çalışıyordu. Herhalde beni etkilemek için olsa gerek diye düşündüm. O yine devam etti:
– Şimdi işler eskisi gibi değil azizim. Mevzuatlar değişti, belediyeler çok zorluklar çıkartıyorlar. Bir kere TAKS ve KAKS ölçüleri var. Bakışlarımdan bu tabirleri anlamadığımı fark etmiş olmalıydı. Konuya olan bütün hakimiyetiyle sözünü sürdürdü:
– Yani birisi binayı dört bir yandan ne kadar içeri çekmemiz gerektiğini ifade ediyor, diğeri de toplam arsanın yüzde kaçına bina yapabileceğimizi. “Doğrudur” anlamında başımı salladım. Tabii önce zemin etüdü raporları şart. Plan, proje, projenin tasdiki… Bunlar belirli bir zaman alır elbette. Ama Allah’tan ki içeride adamlarımız var. Bizde çok sürmez bu işler.
Tıknaz bir adamdı. Çok iri kıyım sayılmazdı. Ama göbeği onu olduğundan daha iri gösteriyordu. Belli ki kendince bazı doğruları vardı. Mesela onun gibi bir iş adamı aylardan temmuz bile olsa, takım elbise giymezse çıplak sayılırdı. Bunu nereden mi çıkarttım. Çünkü üzerindeki elbise mevsim sonu ucuzluğundan alınmış gibi duruyordu. Sanki o aslında bir beden büyüğünü alacaktı ama o sırada başka takım kalmamıştı. Sonra “belki de haksızlık bu” diye düşündüm. Öyle ya belki de bunca kiloyu o takımı satın aldıktan sonra almış olabilirdi. Kollarını hareket ettirdikçe gömleğinin kirli manşetleri ceketten dışarı çıkıyor ve her çıkışta da artık şimdilerde pek kullanılmayan kol düğmeleri görünüyordu. Aklımdan kendi gömleklerim geçti. Hepsi de düğmeliydi, benim hiç kol düğmem olmamıştı bugüne kadar. İhtimal ki kol düğmeleri onun için bir statü sembolü idi. Belki de onlarla daha etkileyici olduğunu düşünüyordu, kim bilir. Fakat bu adamda en dikkati çeken nokta hiç kuşku yok ki peruğu idi. Kafasının tam tepesinde rengi koyu kestane ile kızıl arası bir peruk vardı. Ne var ki o peruk, alttaki beyazlaşmış saçların tamamını kapatamıyordu. Her iki tarafta da şakaklardaki beyazlaşmış saçlar, peruğun altından adeta etrafa nanik yapıyorlardı. Rüstem Bey kendisini öyle kaptırmıştı ki, bir süredir favorilerine doğru süzülen ter damlacıklarının farkında bile değildi.
– İçinde yaşanılacak bir mekanın güzel bir ev olması tabii ki ilk olarak proje safhasında planlanır, diye söze başladı, sonra da kendi mimarlarının ne kadar hünerli,ne kadarbecerikli olduklarını ve onların sihirli kalemlerinin ne kadar kullanışlı, ne kadar ferah mekanlar yarattığını uzun uzun anlattı. Ama esas konu elbette ki kaç metrekare inşaat alanımızın olduğu ve bir kata kaç daire sığdırabileceğimizdir, dedi.
Rüstem Bey’in giyim tarzının en vurucu kısmı şüphesiz ki kravatıydı. Bu, açık sarı zemin üzerinde koyu mavi çiçek dallarından oluşmuş motiflerle bezeli, çok frapan çakma bir Versace kravattı. Kravattaki çiçekler sola doğru bakıyordu. Fakat kravat kısa bağlandığı için çiçeklerin bir kısmı kravatın üçgen düğümü üzerinde kalmış ve tam ters yöne bakmaktaydılar. Kravatın kısa bağlanmış olması, alt ucunun tam da Rüstem Bey’in haşmetli göbeğinin sivriliğinin biraz üstünde sonlanmasına yol açmıştı. Gömleğinin, göbeğinin üstünde kalan kısmında bir düğmesi açık kalmıştı. Kravatın kapatamadığı bu delikten teni görünüyordu. Sanki düğme göbeğe isyan etmiş de açılmış gibiydi. O açık kalan düğmeden fırlayan kıllar Rüstem Bey’in vücut örtüsü hakkında kıymetli fikirler veriyordu.
İşte Rüstem Bey, o “Kaç daire” sözünü öyle bir aşkla söylemişti ki, elindeki ayrandan irice bir damlanın kravatının çiçekleri arasında yeni bir motif oluşturduğunu fark etmedi bile. Ama o aynı heyecanla devam etti:
– Benim hesabıma göre inşaatın oturma alanı 300 metrekareyi bulacak. Bu üst katlarda çıkmalarla birlikte daha da fazla olacak. Öyle değil mi?
Rüstem Bey’in başının üst hizasının sol tarafına rastlayan yerde, duvarda çerçeveli bir resim asılıydı. “Babası olsa gerek” diye düşündüm. Resimdeki adam 55-60 yaşlarında görünen bir taşralı idi. Sanki “İstanbul hatırası” yazan bez bir pankartın altına oturmuş fakat o yukarıdaki bez görünmüyormuş gibi geldi bana. Objektife safça gözlerle bakan bir adam. Elleri namaz kılıyormuş gibi dizlerinin üstündeydi. Beyaz frenk gömleğinin en üstteki düğmesi özenle iliklenmişti. Sonra daha dikkatli bakınca bunun orijinaline bakılarak yapılmış bir kara kalem resim olduğunu fark ettim. İşte bu taşralı adamın en ilginç yeri bana göre bıyığı idi. Bıyık, ikinci dünya savaşı yıllarının modasını yansıtan badem bıyıktı. Yani üst dudağın tam ortasında ve iki yandan burun kanatlarını aşmamasına özen gösterilmiş. Aklımdan “niye o dönem insanları bu tarz bıyık bırakmaya heveslenmişler?” diye geçirdim. Sanki onlara kalsa hiç bıyık bırakmayacaklardı ama sanki gizli bir otorite, onları bıyık bırakmaya mecbur etmiş gibi. Ben o ara kendimi duvardaki adamın bıyıklarına öyle bir kaptırmıştım ki, Rüstem Bey’in o “Öyle değil mi?” sine ani bir refleksle yanıt verdim: “Öyle”. Ama niye yalan söyleyeyim, bu yanıtı verdiğimde soruyu gerçekten anlamamıştım. Her neyse, Rüstem Bey yine kaptırmış gidiyordu işte:
– Alt katta tabii ki dükkanlar olacak. Girişin sağında ve solunda birer geniş ya da ikişer orta boy dükkan, orada her şey olur. Oto galerisi, kuaför, pastane… her şey. Bu son sözcükler ağzından çıkarken Rüstem Bey’in gözleri parlıyordu. Adeta o dükkanlar bitmişti de o keyifle dükkanlarını seyrediyordu. Devam etti:
– Aslında mevzuata göre girişlerde otopark olması icap ediyor ama biz belediyeye belli bir rüsum ödeyince girişlerde dükkan yapma imkanı doğuyor. Azizim düşünsenize, böyle bir caddede hangi dükkan para kazanmaz?
Rüstem Bey son cümleyi tamamladığında, ayağa kalktı, pencereye yöneldi. Gitti ve pencereyi açtı. Tül perdeyi çekmeyi de ihmal etmedi. Dışarıdaki hafif esinti, tül perdede içeriye doğru tatlı bir bombelik oluşturuyordu.
– Efendim inşaatımızın kaliteli olması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacağız. Daha temelde bohçalama tarzında izolasyon yapacağız. Bilirsiniz bizim buralarda nem hiç eksik olmaz. Sonra kullanılan demir statik projede gösterilenden gram eksik olmayacak. Ayrıca gaz beton kullanacağız. Artık tuğla devri çoktan kapandı. Biliyorsunuz gaz beton bir kere çok hafif. Malum zelzele meselesi çok önemli. Ayrıca ses izolasyonu sağlıyor. Yani sokağın bütün gürültüsü evin içinde olmayacak. Bu çok önemli. Öyle değil mi?
Bu sefer ki “Öyle değil mi?” yi kaçırmamıştım artık. “Evet” dedim. Ve ilave ettim: “Gürültü insan sağlığına da çok zararlı”. Beni dinlemedi bile. Rüstem Bey soluklanmadan devam ediyordu: “Gaz beton ısı yalıtımı konusunda da çok önemlidir ”. Bundan sonra Rüstem Bey gaz betonun faziletlerini anlata anlata bitiremedi. Efendim öyle bir enerji tasarrufu, öyle bir enerji tasarrufu olacakmış ki… Bu mübarek gaz beton sayesinde, bırakın kalorifer kullanmayı, bir mum yaksak o kocaman salonlarımız bir çırpıda ısınıvereceklermiş.
Rüstem Bey yapılacak apartmanın ayrıntılarını, temelinden çatısına öyle küçük ayrıntılarına kadar ince ince anlatıyordu ki. Ama artık ben meseleyi anlamaya başlamıştım! Hikaye şu: Ben her bir dairenin ne kadar lüks, ne kadar kaliteli olduğuna ikna olursam.. Oyunun finalinde o can alıcı soruyu sorduğumda “Peki arkadaş bana yani bizim aileye kaç daire, kaç dükkan vereceksin?” dediğimde, o vereceği daire ve dükkan sayısını olabildiğince aşağıda tutacaktı. Yani şimdiki bu bu reklam faslı en sondaki pazarlığın alt yapısını oluşturuyordu. Belli ki bu oyunun finalinde “Evet ben sana şu kadar daire, bu kadar dükkan veriyorum ama o her bir daire üç normal daire fiyatı eder” demeye getirecekti. Rahatlamıştım. O yine anlatmaya koyuldu:
– Azizim, doğramalar PVC olacak. Yani öyle ahşap gibi çalışmaz yani ne iki yıl sonra pencerelerin ağzı yüzü eğrilir ve ne de boya, cila ister. Tabii camlar da haliyle çift cam olacak. Bu da enerji tasarrufu demektir. Netice itibariyle bu PVC doğramalar sayesinde yarım ton mazotla bir bütün kışı geçirebilirsiniz, aynı zamanda sokağın gürültü patırtısı da içeriye giremeyecek demektir. Değil mi efendim?
Rüstem Bey beni ikna edebilmek için tek tek bütün silahlarını kullanıyordu, belli ki iyi hazırlanmıştı.. “Kapılar Amerikan olacak” diye devam etti. Ben yine boş bulunmuştum:
“Amerikan?” O kendinden emin cevap verdi: “Yani faturasız”. Yine anlamamıştım. Ama daha fazla uzatmadım. Kapıların faturasız olması herhalde iyi bir şey olmalı diye düşündüm.
Tam o sırada tül perdenin içe doğru bombe yapan aralığından bir, pardon iki sinek içeri girdi. Daha doğrusu iki sinek aynı anda girdi. Yani daha da doğrusu bu iki sinek, aslında iki sinekti ama her biri yalnız başına hareket etme özgürlüğüne sahip değillerdi.
Rüstem Bey şimdi parkeleri anlatıyordu. Parkelerin nem oranının yüzde kaç olması gerektiğini ve bunu artık bilgisayarlı fırınların nasıl tespit ettiğini… Ayrıca bizim apartmanın parkelerinin ithal malı olacağını ve dahi onların imal edildiği ağaçların isimlerinin bile Türkiye’de bilinmediğini… Esasen yerden ısıtmalı kalorifer sistemi olacaksa mutlaka bu tip parkelerin şart olduğunu… Gerçi bizim apartmanda mutlaka Afrika’dan ithal parke kullanılacağını fakat yerden ısıtma konusundaki bazı çekinceleri olduğunu uzun uzun anlattı.
İçeri giren sinek yani sinekler besbelli ki uçmakta çok zorlandıkları için, pencereye en yakın duvarda konuşlandılar. Rüstem Bey sinekleri fark etmedi. Ama bu bir çift sinek şu anda, benim yakıştırmama göre babası olan zatın resminin üstündeydiler.
Rüstem Bey hızını kesmeden devam ediyordu:
– Şimdi bu ıslak mekanlar, fayans, armatürler… konusu yok mu, asıl parayı götüren onlar. Şimdi biz tabii ki en iyisini yapmak isteriz ama piyasadaki çeşitler arasında o kadar fiyat farkı var ki bire beş gibi.
Oyun devam ediyordu ama dediğim gibi, ben artık Rüstem Bey’i çözmüştüm. O hep yapacağı binanın ne kadar ayrıcalıklı olacağını ve ne kadar kaliteli malzeme kullanacağını anlatacaktı. O inanılmaz lüksü ballandıra ballandıra, en küçük ayrıntısına kadar anlattıktan sonra, oyunun sonunda bana dönüp son vurucu hamlesini yapacaktı: “Unutma ki sana bu kalitede şu kadar daire veriyorum!”
Oysa benim aklım şu anda tam karşımda duran bir çift mutlu sinekteydi. Sinekler şu anda Rüstem Bey’in babasının resminin üzerinde tutunmaya çalışıyorlardı. Bu karasineklere oldum olası çok ilgi duymuşumdur. Aklımda kaldığına göre bir yumurtadan binlerce yavru çıkarmış. Mesela küçük bir su birikintisindeki larvalardan koca bir şehrin ihtiyacını karşılayacak kadar sinek üreyebilirmiş. Ama ne yazık ki bir sineğin ömrü ancak birkaç hafta olurmuş. Bu kısa ömre kaç mutluluk sığar ki? Şimdi şu karşımda duran iki karasinek kısa ömürlerindeki son mutluluklarını mı yaşıyorlardı acaba? Ya da onlar da bunun çok kısa süreceğini bildikleri için mi hiç ayrılmak istemiyorlardı birbirlerinden? Peki bu karasinekler ya da şu karşımdaki mutlu çift birbirlerini kıskanırlar mıydı acaba?
– Kıskanacaklar, dedi Rüstem Bey. Kıskanacaklar çünkü bizim caddede denizi gören tek apartman bizimkisi olacak. Yani ikinci kat ve üzerindekiler karşıdaki askeri gazinonun üstünden denizi de görecekler.
Dedim ya ben zaman zaman bu karasinek milletine kafa yormuşumdur diye. Mesela ben bir odadayım, bunların biri konar, biri kalkar üstümden. Ben öyle başkaları gibi “çat” diye öldürüvermeyi de beceremem. Hele bir gazete darbesiyle duvarda resmi kalan bir karasinek hep iğrenç gelmiştir bana, içim götürmez. Diyelim ki ben bir odadayım ve o odada 7-8 tane karasinek var. Biri konuyor, kovuyorum. Sonra bir daha…, Sonra tekrar… Sonra bir daha. Peki bu 7-8 sinek sırayla mı konarlar bana? Yoksa hep o bir tane mi bana dadanmıştır bir kere? Bir yerlerde okumuştum, sivrisinekler belli kan gurubunda olanlara ilgi gösterir, bazılarına da hiç göstermezlermiş. Gerçekten ne zaman yazlığa gitsek bütün sivrisinekler benim üstüme üşüşür. Ama hiçbiri bizim hanıma itibar etmez. Çünkü ben Rh pozitifim, o ise negatif. Ama aynı kural karasinekler için de geçerli midir, bilmiyorum. Bir de şunu çok merak etmişimdir; hani bu sinekleri böyle uzaktan biz hiç birbirinden ayırt edemiyoruz ya, acaba onlar birbirlerini nasıl ayırt ediyorlardır? Her birinin bizim göremediğimiz bir özelliği, ayrıcalığı var mıdır? Yoksa kokularından mı tanırlar birbirlerini? Bu şuna benziyor, derler ki biz beyazlar zencileri hep birbirine benzetir ve ayırt etmekte zorlanırız ya meğer aynı şey onlar için de geçerliymiş. Onlar da beyazları seçmekte zorlanırlar, birbirine karıştırırlarmış. Bunu ilk duyduğumda bana çok garip gelmişti.
Her neyse, işte bizim mutlu çift şu anda Rüstem Bey’in babasının resmi üzerinde, tam da o badem bıyıkların üstünde duruyorlardı.
Rüstem Bey artık o kanıksadığım ama hiç değişmeyen tarzı içinde devam ediyordu: “Jakuzi deyip geçmeyin. Günümüzde artık lüks değil bir ihtiyaç. Onun da bir 6, bir de 12 jetlisi var. Biz tabii ki 12 jetlisini yapacağız”. İçimden “Hiç şaşmam“ diye geçirdim. Şu anda sinekler bıyık hizasından aşağıya doğru kaymaktaydılar. Belli ki camın kaygan oluşu yüzünden ağırlıkları yer çekimine engel olamıyordu.
Rüstem Bey müstakbel apartmanımızın şu anda hiç aklımda kalmayan o çok teknik özelliklerini, daha doğrusu diğerleriyle asla mukayese edilemeyecek üstünlüklerini uzun uzun anlattıktan sonra “Gelelim şimdi esas meseleye” dedi. Belli ki o da yorulmuştu o olmayan apartmanın bitmez tükenmez üstün özelliklerini anlatmaktan. Ben de “Gelelim” dedim farkında olmadan. Belli ki artık oyunun sonu yaklaşıyordu.
O sırada karasinek çifti resim çerçevesinin camının kaygan zemini üzerinde daha fazla barınamamış ve Rüstem Bey’in başının, daha doğrusu peruğunun üzerine bir yumuşak iniş yapmıştı.
Rüstem Bey şimdi “esas mesele” de idi. Efendim rayicin toprak sahibine yüzde 50 vermek olduğunu, nitekim Sabuncuzade Köşkü’nde ve Nigar Hanım Yalısı’nda da böyle olduğunu rakamlarla örneklerle uzun uzun anlattı.
Sinekler şu anda Rüstem Bey’in peruğu üzerinde oynaşıyorlardı. Belli ki uçmak istiyorlar ama bir türlü havalanamıyorlardı. Sineklerin her biri kendi başına hareket etme özgürlüğüne sahip değildi. Belki de biri uçmak istiyor, diğeri ona uyamıyordu. Çok daha komik olanı tepesinde tüm bu olup bitenlerden Rüstem Bey’in hiç haberi yoktu. Bir ara Rüstem Bey’e acıdığımı bile söyleyebilirim. Tepesini aşk yuvası olarak seçmiş bir çift canlı, çeşitli aşk oyunları ile kendinden geçmiş iken, o bu burnunun dibindeki pardon yani başının üstündeki mutluluğu fark etmiyor kendini dünya işlerine kaptırmış gidiyordu.
– Azizim, diye başladı yine. Burada dükkan ve üzerindeki beş kata ruhsat verildiğine göre, her bir katta çıkmalarıyla 200 metrekareyi bulan iki daire yapılacak demektir. Yani toplam 10 daire. Aşağıda da iki büyük veya dört küçük dükkan. “Doğru” diye aklımdan geçirdim. Gayet mantıklı. O sırada Rüstem Bey’i dinliyordum. Gözlerim ise Rüstem Bey’in peruğunun üstünde olanlarda idi.
Rüstem Bey bitirici yumruğunu indirmek üzereydi:
– Diğer toprak sahiplerine yüzde 50 verdiğim halde sana yüzde 60 teklif ediyorum. Buna da ailenize ve bilhassa rahmetli halanıza olan saygımın sebep olduğunu unutmayınız. Teklif gerçekten cazip görünüyordu ama bunun halam yüzünden olduğuna inanmam mümkün değildi tabii.
Rüstem Bey bütün kozlarını oynamıştı. Görünen o ki, artık beklediği tek bir “evet” sözcüğü, bir de “Hayırlı olsun” deyip, elimi uzatmamdı. Aslında bu bana da hiç saçma gelmiyordu. Yani neden olmasın?
O sırada olanlar oldu. Rüstem Bey’in peruğu üzerinde oynaşan sinekler karga tulumba aşağıya düştü ve ancak Rüstem Bey’in o dallı güllü kravatının üzerinde durabildi. Fakat Rüstem Bey bu sefer sineklerin farkına varmıştı.
Heyecandan sesi titriyordu:
– Yüzde 60 diye yineledi, gözlerini gözlerimden ayırmadan. Sonra bir kez daha: “Evet size yüzde 60 vereceğim! Beş daire size, beş daire bana. Ama aradaki farkı dükkanların paylaşımında sıfırlayacağız. Yani büyük dükkan size, küçük dükkan bana. Anlaştık mı? ” Rüstem Bey bunu söylerken öyle bir hava yaratmıştı ki, artık “Hayır” demek ne mümkün?
Rüstem Bey bu son cümleyi söylerken sağ elinin tersiyle sinekleri kovmaya çalıştı. Bu el darbesinden sonra sinekler birbirinden ayrılmıştı. Üstte olanı havalanmış, alttaki ise yere düşmüştü. Düşmezden önce Rüstem Bey’in kravatının üzerinde, tam da o ayran lekesinin yanında, bir de o mutlu çiftten küçük bir iz kalmıştı.
Rüstem Bey gözlerini gözlerimden ayırmadan konuştu:
– Son teklifim yüzde 60 yani beş daire ve alttan da üç dükkan dedi. Yere düşen sinek ölmemişti. Olduğu yerde iç içe geçen minik daireler çiziyordu. Bir yanına yaslanmıştı. Yani üstteki kısmı hareket ediyor ama alttaki kısmı hareketsiz gibiydi. Bir türlü havalanamıyordu. Gözüm bu zavallı sinekte idi. Gönlüm onunla birlikteydi. Bir an önce havalanmasını ve sevdiğine ulaşmasını diliyordu.
Rüstem Bey yineledi:
– Yüzde 60! Beş tane kocaman daire ve alttan üç dükkan. Bu da rahmetli halanızın hatırasına.
Sinek olduğu yerde daireler çizmeye devam ediyordu. Hatta alttaki kanadı da yerden havalanmak üzereydi. Zavallıcık yerden havalanmak için öyle bir gayret içindeydi ki, kanatlarını birbirine öyle bir gayretle vuruyordu ki, o kanat çırpınışları belli belirsiz bir vızıltıya dönüşüyordu.
Rüstem Bey de bunu fark etmişti. Ayağıyla sineğe doğru bir hamle yaptı. O sırada sıyrılan pantolun paçasından beyaz çorabı görünüyordu. İki dakika öncesindeki mutlu sinek şimdi yaşam mücadelesi veriyordu. Hayvan can havli ile 20 santim öteye fırladı. Ama hala uçamıyordu. Rüstem Bey ise kararlıydı. Son darbeyi indirecekti.
Öbür sinek Rüstem Bey’in başı üzerinde bir yarım daire yaptıktan sonra pencereye yöneldi. Tül perde hafif esinti ile hala bombeli idi. Sinek yine, o girdiği aralıktan dışarı süzüldü.
Ve Rüstem Bey’in kösele ayakkabısının parke zemindeki tok sesi duyuldu.
Bir tuhaf olmuştum. Midem bulanıyordu. Başımın döndüğünü hissettim. Ayağa kalktım. Kapıya yöneldim. Ben merdivenlerden inerken Rüstem Bey hala arkamdan sesleniyordu:
– Azizim hemen kaçıp gitme öyle. Pekala, haydi gel küçük dükkan da senin olsun!
[1] 2014 Ankara Tabip Odası Hikaye Yarışması ikincilik ödülü.