• Destek
  • Üye Ol
  • Yazar Girişi
  • Abone Ol
0 553 423 00 17 kibelekulturs@gmail.com
Kibele Kültür Sanat Dergisi | Hayatı Doğuran Sanat  |  Hatice DÖKMEN
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol
No Result
View All Result
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol
No Result
View All Result
Kibele Kültür Sanat Dergisi | Hayatı Doğuran Sanat  |  Hatice DÖKMEN
No Result
View All Result
Home Öykü

Yolun Sonu

İclal Doğan by İclal Doğan
26 Ağustos 2025
in Öykü
0
0
SHARES
4
VIEWS
Share on FacebookShare on Twitter

 

 

Cam kenarındaki koltuğa oturmuş, gözlerini dışarıda hızla geçen şehre dikmişti. Sonbaharın serinliğini taşıyan puslu bir öğle vaktiydi. Ağaçların dalları sarı ve kızıl yapraklarla süslenmiş, gri gökyüzünün altında ağır ağır sallanıyordu. İçerideyse, otobüsün kaloriferi boğuk bir sıcaklık yayıyordu. Ela’nın alnında biriken ter damlası, yanaklarına doğru süzülüyordu. Kucağında sıkı sıkıya tuttuğu, eskimiş bordo çantasının fermuarını yavaşça açtı. İçinden bir peruk çıkardı. Uzun, kestane rengi, dalgalı telli bir peruktu bu. Bir zamanlar aynada kendisinde gördüğü saçlara çok benziyordu. Parmaklarını nazikçe saçların arasına geçirdi, birkaç telini düzeltir gibi yaptı, sonra derin bir nefes aldı. Peruk avuçlarının arasında hem bir hatıra hem de yeniden başlama umudu gibi duruyordu. 

Aylardır süren zorlu kemoterapiden yeni çıkmıştı. Hastanenin soğuk duvarlarından, sararmış çarşaflarından, koridorlardaki yoğun dezenfektan kokusundan henüz tam anlamıyla uzaklaşamamıştı. Ama artık taburcu olmuştu. Ve bugün, kimseye haber vermeden eve dönüyordu. Özellikle Sinan’a. Kocasına. Her pazar günü hastaneye gelirdi. Çiçeklerle, bazen bir kitapla, bazen sadece sessizce oturup elini tutmak için. Ama bu hafta gelmemişti. Ne aramış ne mesaj atmıştı. Ela önce merak etmişti, sonra içerlemişti. Ve şimdi, içi tıka basa heyecanla doluydu. Ona kavuşuyordu sonunda. 

Yüzü solgundu. Yanakları zayıflamış, elmacık kemikleri belirginleşmişti. Dudaklarının kenarında çatlaklar vardı. Ama gözleri… Hala capcanlıydı. Göz kapaklarının ardında yanan o dingin ama kararlı ışık, ona güç veriyordu. Kaşları kemoterapi sürecinde seyrelmişti, kirpikleri de öyle. Ama yüzüne yakışan o zarif çizgiler, hala yerli yerindeydi. Ela uzun boyluydu, omuzları ince ama dimdikti. Üzerinde gri bir trençkot, boynunda solgun bir mavi atkı vardı. Parmakları uzun ve narindi; çantayı tutarken, titreyen ellerini saklamaya çalışıyordu. 

Otobüs bir durakta daha durdu. İnsanlar indi, bindi. Ela çantasını biraz daha sıkı tuttu. Az sonra evlerinin sokağına varacaktı. Otobüsten indiğinde hava hala serindi ama onun içi sıcacıktı. Kalbinin içinde büyüyen heyecan, attığı her adımı hafifletiyordu. Sinan’ı düşündü. Eve geldiğinde onu karşısında görüp şaşıracak, belki de sevinçten gözyaşlarını tutamayacaktı. Bu düşünceyle gülümsedi. Birazdan onun sevdiği yemekleri yapacak, mutfağı mis gibi yemek kokularıyla dolduracaktı. En çok mercimek köftesini severdi, bir de fırında sebzeyi. Elinden gelirse bir sütlaç da yapacaktı, eskisi kadar yorulmazsa tabii. 

Yolunun üzerindeki küçük marketten alışveriş yaptı. Sebzeler, pirinç, süt, taze ekmek, biraz da meyve aldı. Poşetleri iki koluna eşit dağıtarak taşıdı, bir yandan da zihninde akşamı kuruyordu. Eve gittiğinde önce peruğunu takacak, sonra dolabın en arkasına sakladığı, kendini iyi hissettiği o lacivert elbiseyi giyecekti. Makyaj yapacak gücü yoktu ama belki bir ruj sürerdi, Sinan onu böyle hatırlasın isterdi, dimdik, zarif, güçlü ve güzel… 

Apartmanın önüne geldiğinde bir an durdu. Yıllardır tanıdığı bu yol, apartmanın dış cephesi, girişteki o solmuş saksı… Hepsi bir başka geliyordu gözlerine şimdi. Ama içinde tanımlayamadığı bir tedirginlik de kıpırdanıyordu. Belki uzun süre ayrı kaldığı için böyle hissediyordu kim bilir? Apartmanın merdivenlerine geldiğinde poşetleri bıraktı, derin bir nefes aldı. Sonra tekrar toparladı kendini içeri girdi. Asansöre bindi, aynaya göz ucuyla baktı. Peruksuz, yorgun ama kararlı bir kadın gördü karşısında. Üçüncü kata çıkan asansör, tanıdık bir “çınk” sesiyle durdu. Kapı açıldığında, birkaç adım atıp çantasını yokladı. Anahtarını buldu. Kapının önünde durduğunda poşetleri yanına bıraktı ve elini çantasına daldırdı. Soğuk metal anahtarı avucuna aldığında içi titredi. 

“Ne çok özlemişim evimi… kapımı… anahtarımı…” diye fısıldadı kendi kendine. Dudaklarının kenarında bir tebessüm belirdi. Sonunda evindeydi. Ama kapı açıldığı anda, burnuna yoğun ve keskin bir koku yayıldı. Ne olduğunu önce anlamadı. Birkaç saniye öylece durdu, sonra adeta kalbinin ritmi değişti. Neydi bu koku? Bildiği bir şeye benziyordu ama zihni bunu kabullenmek istemedi. Olabilir miydi? Zihninden geçen binlerce söz daha dilinin ucuna gelmeden canını yaktı. İçinde bir şey, çok derinlerden bağırmaya başlamıştı. Allah’ım ne olur olmasın! 

Poşetler ellerinin arasından yere yığıldı. Ayakkabılarını bile çıkarmadan adım attı içeri. Koridor boyunca sessizlik hâkimdi ama o sessizliğin altında sanki görünmeyen bir uğultu vardı. Korkar adımlarla salona doğru yürümeye başladı. Adım attığında, zamanın sanki yer değiştirdiğini hissetti. Aylar önce, hastaneye yatmadan hemen önce bıraktığı evi değildi bu ev. Zevkle döşedikleri salon, her bir eşyayı birlikte seçtikleri o günler, birer birer gözlerinin önünden geçti. Krem rengi koltuk takımı, Sinan’ın isteğiyle alınan ceviz rengi kitaplık, perdeyle uyumlu halılar… Her şey hala yerli yerindeydi  ama başka bir hale bürünmüştü. Toz kaplamıştı eşyaları. Havasızlık kokusu sinmişti kumaşlara. Bir köşede yerde gelişigüzel atılmış, kırış kırış bir gömlek duruyordu. Ve boş içki şişeleri. Üç, belki dört tane. Kimi devrilmiş, kimi hala dik duruyordu. Masanın kenarına tutunarak ayakta durmaya çalıştı Ela. Gözlerine bulutlar yerleşti. Bir ses duydu derinden. Ritimli, kıvrak, fıkır fıkır… Belki de kulakları uğulduyordu da ondan ses gibi geliyordu bilemedi. Ses ben buradayım, der gibi daha da yayıldı kulaklarına.  

“Ne yaptın Sinan…” diye fısıldadı, sesi çatallı bir nefes gibi dağıldı havaya. 

Ela yavaşça yatak odasına yöneldi. Ayak sesleri halının üzerinde boğuklaştı. Kulpun önünde durdu.
Dokunmadan önce ellerini birleştirip içinden konuştu. “Ne olur burada olma…” 

Titreyen parmaklarıyla kulpa uzandı. Derin bir nefes aldı. Kapıyı açtı. İçeri dolan ışıkla birlikte her şey görünür oldu. Sinan ve yanında bir kadın, başka bir kadın. Üzeri yarım örtülmüş çarşaf, dağınık yastıklar, zemine düşmüş bir topuklu ayakkabı. Ela’nın içinden bir şey koptu o an. Gözlerini kaçırmak istedi ama bakmaktan da kendini alamadı. Donup kaldı birkaç saniye. Sonra aniden arkasını döndü. Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki, atışları göğsünden dışarı vuracak gibiydi. Sinan’ın seslenişlerini, yatağın çıkardığı gıcırtıları arkasında bırakarak koşar adımlarla çıktı odadan, kapı ardından çarpıldı. Ayakkabılarını giymedi, montunu almadı. Yalnızca buradan uzaklaşmalıydı. Merdivenleri inerken adımları karıştı.  

Sanki düşecek gibi  oldu ama toparladı kendini. Önce nereye gittiğini bilmeden koştu. Ayakları, zihninden daha hızlıydı artık. Koştu, sokağın ucunu döndü, tanımadığı yüzlere çarptı omuzlarıyla. Birkaç kişi şaşkınlıkla arkasından baktı ama o fark etmedi bile. Kalbinin sesi kulaklarını bastırıyordu. Gözyaşları, soğuk havayı keserek yanaklarından akarken dudaklarından hiçbir kelime dökülmedi. Koştu. Sanki her adımıyla o görüntüyü geride bırakabilirmiş gibi. Koştukça daha çok hatırladı. Koştukça daha çok yandı içi. Koştukça, soluğu göğsünde düğümlendi. Koştukça ihanet daha çok yayıldı içine. 

Bir anda, eski bir anı gibi aklına düştü o uçurum. Evlerinin biraz ilerisinde, denize doğru açılan o yüksek kayalık. Sinan’la ilk taşındıkları günlerde, birlikte yürüyüşe çıkıp oraya kadar gittikleri, çocuk gibi kahkahalar attıkları, sonra oturup uzun uzun hayaller kurdukları yer… Orası. İşte oraya gitmeliydi. Sanki bütün cevaplar, ya da en azından bir son, orada gizliydi. Bacakları onu taşımaz oldu ama durmadı. Ayak bileği bir taşta burkuldu. Yere düştü. Dizleri sertçe toprağa çarptı, pantolonunun kumaşı yırtıldı, diz kapağından kan sızdı. Ellerini öne atmıştı ama avuçları da çizilmişti. Bir an nefesi kesildi. Küçük bir inleme çıktı dudaklarından, ama arkasından gelen çığlık sessizdi, içindeydi. Yere kapanmadan önce bir daha doğruldu. Ayağa kalktı. Yalpalayarak yürüdü. Sonra tekrar koştu. İkinci kez düştüğünde artık toparlanması daha zordu. Bu sefer sırtı yere çarptı. Gözleri gökyüzüne çevrildi. Griydi. Soğuktu. Bir martı çığlığı duydu uzaktan. Ya da sadece zihni oyun oynuyordu artık. Ellerini yavaşça başının iki yanına götürdü. Parmaklarıyla saçsız başını kavradı, sanki dünyayı susturmak ister gibi. Dizlerini karnına çekerek yerde kıvrıldı. Ve ağlamaya başladı çaresizce. İlk önce sessizce, sadece omuzları titreyerek… Sonra hıçkırıklarla… Sonra, boğulur gibi.
Gözlerinden dökülen yaşlar, yere değil, içine aktı sanki. Her hıçkırık, bir ömrün ağırlığını taşıyordu. Her nefes, biraz daha eksiliyordu içindeki o dayanma gücünden.   Toparlandı. Yavaşça doğruldu yerden. Vücudu sızlıyordu özellikle dizleri, bileği, sırtı. Ama en çok da içi. O derin, kanayan yeri… Orası tarifsizce ağırdı. Nefesi hala düzensizdi. Ayakta durmakta zorlanıyordu ama deniz kokusunu almaya başladığında, içinde son bir güç kıpırdanmıştı. Bir çağrı gibiydi bu koku… Uzaklardan gelen yosunla karışık, iyotla yüklü o tanıdık koku. 

Sakince yürümeye başladı. Ayakkabısının teki düşmüştü. Diğeri hala ayağındaydı. Toprak yumuşaktı, çamurla karışmış yer yer. Ayak tabanlarına batan taşları hissetmedi bile. Bedenine bir uyuşukluk çökmüştü; hastalığın aylarca tükettiği, sonra umutla ayağa kalkmış ama bir ihanetle yeniden çökmüş bedeni, şimdi sadece sürükleniyordu.  

“Beni unuttun mu Sinan? Beni, ela gözlü Ela’nı. Sırma saçlım diye sevdiğin saçsız Ela’yı unuttun mu? Gözlerinde eriyip biten beni unuttun mu sahiden? Beni severken titreyen ellerin başkasına mı alıştı artık? Ben senin tenine dua gibi dokunurken, sen başkasında günah mı işledin?” 

Ayakları uçuruma yaklaşırken rüzgar biraz daha sert esmeye başladı. Deniz nihayet tüm ihtişamıyla görünmüştü. Uçsuz bucaksız, gri-mavi bir örtü gibi uzanıyordu önünde. Ayakta durdu uçurumun kenarında. Aşağı baktı. Dalgalar kayalıklara vuruyordu. Düzenli ama öfkeli bir ritimle. Omuzlarını sardı kollarıyla. Rüzgar saçsız başını okşarken, gözlerini kapattı bir an. İç çekti. Sinan’la geçirdiği mutlu iki yıl film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Gülümsedi. “Seni seviyorum Sinan” dedi cılız sesiyle.. Ardından o malum sahne yerleşti gözlerinin perdesine. Yüreğinin alevi harlandı. Bir adım daha attı. Ayağının hemen önünde başlayan o derin boşluk, aşağıya değil, sanki kendi içine açılıyordu. Gözleri nemliydi. Ama artık ağlamıyordu. Yalnızca derin bir yorgunluk vardı gözlerinde. Öyle bir yorgunluk ki, ne uyku giderirdi, ne zaman iyileştirirdi.  Ayak uçlarıyla toprağın kenarına geldi. Bir anlık sessizlik. 

Bunca şeyden sonra geriye ne kalır insandan? Bir yastık mı? Bir koku mu? Yoksa bir hiçlik mi? 

Gözlerini denize dikti. Rüzgarla birlikte savrulan uçurum kenarındaki ince otlar, ayak bileklerine sürtünüyordu. Kazağı rüzgârda dalgalanıyor, alnında kuruyan ter ve toz, gözlerinde başka bir donukluk yaratıyordu. Bir adım daha atabilir miydi? Ela gözlerini sıkı sıkı yumdu. Kollarını iki yana açtı. Tıpkı  çocukken yaptığı gibi…
“Sana geliyorum anneciğim, kırılan yerlerimden öp beni.” 

Rüzgâr, bedeninin etrafında dönmeye başladı. Kıyafetleri savruldu. Kazağının  uçları kuş gibi kanatlandı. Tenine değen hava soğuktu. Zaman daraldı. Her şey, bir anın içine sıkıştı. Geçmiş, şimdi, acı, özlem, kayıp, umut… Hepsi aynı anda aktı gözlerinin ardına. Bir çocuğun gülüşü geldi aklına… Annesinin sıcak eli… Sinan’ın ilk “seni seviyorum” deyişi… Saçlarının omzuna döküldüğü o aynalı sabahlar… Ve ardından… Hastane kokusu. Bembeyaz ışık. Ve yalnızlık… Ve sonra hava ağırlaştı. Rüzgâr sustu. Toprak, deniz, gökyüzü… hepsi sustu. Dünya nefesini tuttu.
Artık hiçbir şey acıtmıyordu. 

 

 

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Previous Post

29

İclal Doğan

İclal Doğan

"Dünyada bana, ne istiyorsun, diye sorsalar, hiç düşünmeden vereceğim cevap şudur: Anlaşılmak istiyorum.” demiş Sabahattin Ali. Fikirlerin ve hislerin çakıştığı bir ortamda büyüyünce insan anlaşılmak için konuşmayı değil çakışmamak için susmayı tercih ediyor. Ben de bu sebeple konuşmayı bıraktım ve sözlerin büyüsüne kendimi kaptırdım. Yazıkça yazdım. Hala da yazıyorum. Nazım Hikmet’in aşık olmaya aşık olması gibi ben de yazmaya aşık oldum. Ve ömrüm boyunca bu aşkla yaşayıp bu aşkla anılmayı umuyorum.

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

No Result
View All Result

Hakkımızda

Kibele Kültür Sanat Logo

Kibele Kültür Sanat

Merhaba sevgili okur.

Mitolojide Tanrıların anası olarak bilinen Tanrıça Kibele’nin anaç, üretken, hayatın devamını sağlayan özelliklerinin uğruna inandık. Ve onun adını kullanıp Kibele Sanat olarak edebiyatta biz de varız dedik. Edindiğimiz misyonla amacımız; bizden önceki kalem ustalarımızın bayrağını, gelecek kuşaklara ulaştırmak. Çünkü edebiyat dünya tarihini içinde barındıran devasa bir ansiklopedidir… Devamını Oku

Arşivler

  • Ağustos 2025
  • Temmuz 2025
  • Haziran 2025
  • Mayıs 2025
  • Nisan 2025
  • Mart 2025
  • Şubat 2025
  • Ocak 2025
  • Aralık 2024
  • Kasım 2024
  • Ekim 2024
  • Eylül 2024
  • Ağustos 2024
  • Temmuz 2024
  • Haziran 2024
  • Mayıs 2024
  • Nisan 2024
  • Mart 2024
  • Şubat 2024
  • Aralık 2023
  • Eylül 2023
  • Ağustos 2023
  • Temmuz 2023

Kibele Kültür Sanat Logo

Kategoriler

  • Anlatı
  • Araştırma
  • Deneme
  • Genel
  • Hakkımızda
  • İnceleme
  • Kitap İncelemeleri
  • Masal
  • Öykü
  • Roman
  • Röportaj
  • Şiir
  • Sinema
  • Sizden Gelenler
  • Söyleşi
  • Tiyatro
  • Yeni Çıkanlar

Son Yazılar

  • Yolun Sonu
  • 29
  • SENİ SEVMEK AĞIR MESELE
  • Anka Kuşu Gibi Yeniden / Sude Kaya
  • Paylaşmanın Kalbindeki Işık / Leyla Güven

Copyright 2023 - 2025 Haziran K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi All Right Reserved. Developer by Fedora Bilişim Teknolojileri İnternet Danışmanlık Hizmetleri Basım Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi. Bu sitede yayınlanan ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, hiçbir şekilde kullanılamaz, izinsiz kopyalanamaz. Tüm hakları K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi'ne aittir.

KİBELE Abone
No Result
View All Result
  • Hakkımızda
  • Künye
  • Dergiler
  • Galeri
  • E-Dergi
  • Yazılar
    • Edebiyat
      • Şiir
      • Roman
      • Öykü
      • Deneme
      • İnceleme
      • Anlatı
      • Araştırma
    • Kitaplar
      • Kitap İncelemeleri
      • Yeni Çıkanlar
    • Tiyatro
    • Sinema
  • Yazarlar
  • İletişim
  • Üye Ol

Copyright 2023 - 2025 Haziran K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi All Right Reserved. Developer by Fedora Bilişim Teknolojileri İnternet Danışmanlık Hizmetleri Basım Yayın Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi. Bu sitede yayınlanan ses, görüntü, yazı içeren bilgi ve belge, hiçbir şekilde kullanılamaz, izinsiz kopyalanamaz. Tüm hakları K İ B E L E Kültür Sanat Dergisi Limited Şirketi'ne aittir.