Bahara bürünmüş dünya, taçyapraklarını savururken yüzüme ölü bir ozanın ruhuyla dolaşıyorum ortalıkta. Arkadaş Zekai Özger’den dizeler taşıyorum belleğimde. Beni geride bırakan “zaman” açılırken yolculuklara geride kalmanın hüznü mıh gibi çakılıyor yüreğime. Sonra nasıl oluyor bilmiyorum ama bir “yolculuk” tasavvuru geçiyor kafamdan. Rüyaya yeni dalan kız çocukları gibi süpürgeme atlayıp uçarak uzaklaşıyorum yuvadan, yine nasıl oluyor bilmiyorum ama yolculuğa çıktığım noktada buluyorum kendimi. Giden ben miyim yoksa geride kalan mıyım emin değilim. Tepesine dev bir ayna tutan çocuğun ayakları altına inen tavana duyduğu şaşkınlığa benzer. Farkına varıyorum ki: Dünya denen bu derin çukurda “öteki” kalmaya mahkûm edilmiş bir ruhum.
Bahara bürünmüş dünya, taçyapraklarını savururken yüzüme, ben nereye gitsem “gaipliğim” peşim sıra geliyor. Adressiz mektuplar yazıyorum, belleğimin ulaştığı her köşeye. Adresi muallak izler bırakıyorum peşim sıra, kaybolmamak için. Bu kaçıncı sokak, çıkmazında kaybolduğum bilmiyorum? Yerleşik duygular büyüttüm derken bu kaçıncı savruluş? Buca’nın bütün sokakları buna şahit ve benden yana bunu biliyorum ama ben, yine de hepsine kaygıyla bakıyorum. Ayaklarımın geçtiği başka bir sokak, beni yeniden doğurur, onu da biliyorum. Samimiyetle açılan her kapı, içimi yeniden ısıtır bunu da biliyorum ama yine de surat asarak düşüyorum yollara.
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber yataktan fırlıyorum. Cumbalı evlerin olduğu eski sokaklarda ruhani bir ses eşliğinde ilerliyorum. Sonra aynadaki yüzüm geliyor gözlerimin önüne. Komşu bahçeden erik aşıran kız çocuğundan, alıp başını gitmek isteyen bir kadına dönüşüyor yüzüm. Neşesini nerde kaybetmiş bilmiyorum. Ben mi söylemiştim ya da bir yerde mi okumuştum bunu da bilmiyorum (Belki de okuduklarımı defalarca söylemiştim) ama okuduklarımın yankısını belleğimin derinliklerinde duyuyorum. “Sen ki peygamberini yakmışsın ey insan, bana mı kıymayacaksın?” Buca’nın sokaklarını aşındırırken, cemaatini kaybetmiş bir kilisenin yalnızlığına tanık oluyorum. Benim de “yalnızlığım” kutsal ey mabet! Bir madalya gibi yanında taşıdığım. Bu da bilinsin istiyorum.
Bahara bürünmüş dünya, taçyapraklarını savururken yüzüme “Öldürmeyen acı insanı daha da güçlendirir” bunu da biliyorum. Ama yine de tiksintiyle bakıyorum geride kalanlara, iki değil ikiden fazla yüzü olanlara, çağın hastalığına, her çağın hiç değişmeyen kadim yasasına…
Bahara bürünmüş dünya, taçyapraklarını savururken yüzüme sığındığım limanda ezgiler geliyor kulağıma. Ölü bir şairin dizeleri doluyor gözlerime.
“Pencereyi kapama
Gök dolabilir içeri
Sen neyi görebilirsin
Islak bir bulutun ağışını mı
Pencereyi kapama
Kuş dolabilir içeri
Sen neyi taşıyabilirsin
Kırık bir dalın yükünü mü
Pencereyi aç
Soluğun çıksın dışarı
Sen büyütmedin mi ciğerinde onu
Kokusu hayatı yıkasın diye
Pencereyi aç
Sesin sarsın dünyayı
Duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır.”



