Bazı şeyleri görmezden gelerek yaşıyoruz, örneğin tüm ilişkilerimizin tamamen çıkar ilişkisine dayandığı gerçeğini…
En basitinden birinden hoşlanmak için bile simetri, zekâ, statü, seksapalite gibi kriterleri vardır insanların. Tıpkı iş alımı yapacak olan bir şirketin kıstasları gibi.
Hatırlayın, ta çocuk yaşlarda temeli atılmaya başlanır bu türden ilişkilerin.
Erkek çocukları iyi futbol oynayanlarla aralarını iyi tutmaya çalışırlar, çünkü maçta yenilmek istemezler, onların takımında olmak isterler. Eğer onlarla araları bozuk olursa, takım arkadaşlarını seçecek olan o yetenek abidelerinin kendilerini takıma almayacak kaygısı vardır çocukların.
Kız çocuklarıysa güzel ‘barbie’ bebekleri, oyuncak mutfak takımları olanlarla iyi geçinmeye çalışırlar. Bebekleri ‘barbie’ değil de bezdense, mutfak takımları yoksa, onlarla evcilik oynamak pek cazip gelmez.
Sonra ilkokula geçilir, bu defa kantinden kendisine tek kelime etmeden kola, meyve suyu, kek vs. alabilecek kişilerle ara iyi tutulur. Kokulu silgisini bir an olsun sizden esirgemeyen saf kızdan, sizin için başkalarıyla kavgaya tutuşan, hatta dayak yiyen gürbüz çocuktan iyisi yoktur.
Ortaokulda sınıfın çalışkanlarıyla iyi geçinmeye çalışılır. Ödevler paylaşılmalı, sınavlarda gereken kopya alınmalıdır çünkü.
Lisede de not kaygısı devam eder, işin maddiyat yönü artmıştır yalnızca. Sigara ve alkol de girer işin içine. Öğretmen her görüldüğünde “günaydın” denilir, yapmacık bir memnuniyet ifadesi ile hâl hatır sorulur. Üç beş kendini bilmez yüzünden öğretmen “sınav zor olacak” derse tüm sınıf seferber edilir, öğretmene iltifatlar yağar, hediyeler alınır.
Üniversite başlar.
Her öğrencinin ana amacı o süreci en az hasar ve kayıpla atlatmaktır. Sırf kira ve giderler bölünsün diye, neredeyse siyah ve beyaz kadar birbirine karşıt insanlarla aynı eve çıkılır.
Sigara ve alkol otlakçılığı son hızıyla devam etmektedir, aynı zamanda kantin vurgunculuğu da daha baskın bir biçimde hortlamıştır.
Aynı sınıfa girmek zorunda olduğunuz aptal arkadaşlarınız, sizi not ile tehdit etmekten zevk alan, muhtemelen özel hayatlarında cinsel sorunlarla boğuşan hocalarınız olur.
İşe atılınca da değişen pek bir şey olmaz açıkçası…
İşten atılıp maaştan olma korkusu bir tulum gibi sarmıştır sizi. Çalışma hayatınız boyunca birincil güdünüz olur bu korku. Adeta sesiniz soluğunuz kesilir. Bırakın selam vermeyi, ümüğünü sıkmak, kafa göz dalmak istenilen insanlara katlanılır.
Ve evlenilir.
Treni kaçırıyorum paniğine kapılanlar veya zamanında aşkın tokadını yemekten şamar oğlanına dönenler evliliğin getireceğine inanılan sözde nimetleri düşünüp, “ben kâğıt üstünde kazandıklarıma bakarım” diyenler, belli çıkarlar doğrultusunda bir araya gelir.
Bana sorarsanız bu tutumun pratikte iyi ihtimalle buzdolabını tıka basa etle doldurmak için kurbanlık danaya girmekten, daha fenası türlü beklentilerle çiftlik banka (nam-ı diğer tosun bank) varını yoğunu yatırıp sanal ineklerle hoş tutulmaktan farkı yoktur.
Kendi adıma, bizimki fena türdendi.
Hahahaah..!
Gülebilirsiniz sizde, bu kısım gerçekten komik.
Eşim Gülnur ile, onun deyişiyle “mantık evliliği” yaptık. Mantık evliliği derken; bir şahıs ile zorunlu hallerde sadece ekonomik durumu uygun diye yeterince sevmeden evlenme durumunu kastediyorum.
Kadınlar bir enteresan gerçekten. Elini tutmayı bile arzulamadığın, içini zerrece titretmeyen bir bankamatik ile koca bir ömür nasıl geçer?
Para makinesi derken kendimden bahsediyorum. İlkokul çağında iki çocuğum var. Aralarında iki yaş var. İkisi de kız ve maalesef ikisi de tıpatıp bana benziyor. Hani beni klonlasalar ancak bu kadar olur. Onlara bakarken, sanki aynaya bakıp kendi suratımın uzun saçlı formuyla karşılaştığımı düşünüyorum ve bu tuhaf geliyor. Gözlerim uzun süre üzerlerinde takılı kalırsa uyarıyor çocuklar haklı olarak.
“Babaa! Ne bakiyon yha”
“Hiç, dalmışım.”
Yakışıklı bir adam sayılmam. Peki peki, dürüstçe söylemeliyim ki kısa boylu, domuz burunlu çirkin bir adamım. Şanssız çocuklar da gitti gitti bana çekti…
Neyse ki şirket sahibiyim. Gülnur’u çeken de bu oldu zaten.
Laf aramızda Gülnur da afet değil! Anlayacağınız çocuklar bana hiç benzemeseydi de kurtuluşa erişemeyecekti…
Gözleri iri, siyah. Kalçası, kolları ve bacakları pelte gibi, ayakları büyük ve de taraklı. Ayak fetişi olan biri olarak küçük severim.
İtiraf ediyorum ki benim açımdan en itici yönü bu.
Ten uyumumuzun olmadığını daha ilk geceden anladık.
Tutunacak tek dalım gözleri… Eskiden platonik olarak sevdiğim kızınkini andırıyor. Ebruydu adı…
Gülnur ve anlarsınız ya, fırsat buldukça yaptığım kaçamaklar dışında hayatıma tek bir kadın girmedi diyebilirim. Atmadığım takla, girmediğim şekil kalmadı, beyhude, kalbine dokunamadım hiçbir kızın. Boydan kaybettiğim aşikardı. Bıdığın tekiydim çoğuna göre. Daha da kötüsü bunun farkında olmak. Üniversitede, arkadaş ortamımızdaki kızlardan biriydi Ebru. Hepi topu iki kız oldu -hiç değilse- beni arkadaşlık alanına sokan. Diğerleri yanına bile yaklaştırmıyordu.
Esra beni askerlik arkadaşı gibi görürdü. Beni her gördüğünde “Hahahah, şu tatlılığa bak ya, bir ‘piggy’e benziyorsun!” derdi. Gülerdim. Kız düpedüz hakaret ediyordu bana ve ben her defasında gülüyordum. Neticede bir kızdı. Acınası belki ama kimi zaman bu yakınlaşmaya bile ihtiyacım oluyordu.
Seviniyordum beni konuşmaya layık gördüğü için. Güzeldi o da… Benim nezdimde tüm kızlar güzeldi. Bazıları daha güzeldi. Gözleri su yeşiliydi Esra’nın. Bense Ebru’ya aşıktım.
Bambaşkaydı o. Hayallerimdi. Gözleri iri, siyah. Sanki bir ceylan. Ayakları ufak, vücudu diri. Bence kadının dibiydi…
Fiziksel dezavantajımı ortamı neşelendiren fırıldaklığımla kapatmaya çalışırdım. En azından “Şen şakrak, pozitif adam” niteliği kazanmak için. Fakat ara kapanacak gibi değildi ki…
Bir keresinde kantinde laflarken “Seni sempatik buluyorum.” demişti Ebru. Umutlanmıştım. İlk kez bir kız, hemde Ebru benimle kankası gibi değil de, manalı konuşuyordu. Şeytanın bacağını kırmış olabilir miydim?
O an bana karşı derin duygular beslediğini düşünüp atıldım.
“Bizi düşünür müsün? Nasıl olurdu sence…”
“Bizi derken?”
“İkimiz.”
“İkimiz mi? Anlamadım.”
“Neyse…” deyip konuyu değiştirmiştim mecburen. Bacak sağlamdı.
Kız aymazlığa vurmuştu. Duyuyordu ama duymuyordu…
En fazla bu kadar açılabildim ona. Birkaç gün sonra bir üst sınıftan biriyle gördüm onu. Çocuk dalyan gibiydi. Kendime baktım, çocuğa baktım, Ebru haklıydı. Çıkarlarımız ters düşüyordu…
Karımla en son ne zaman cinsel ilişkiye girdiğimizi dahi hatırlamıyorum. Geçen ay sanırım, daha uzak bir tarih de olabilir. Şartlar el verdiğince işleri bahane edip geç gitmeye çalışıyorum eve. Gülnur da bu durumdan hiç rahatsız değil.
Nur cemalimi görmeye hasret kalmadığını biliyorum. Ama ne yapsın, bu oyunu oynamak zorunda benimle… Onun kurallarına göre oynuyorum bende. Kendisinin belirlediği bir saatte, tele asistan gibi ruhsuz bir katılıkla “Nerede kaldın?” diye mesaj atar akşamları. Cevap gecikirse iliştirir hemen. “Salça yok, yağ da azalmış.” Ya da “Ekmek al gelirken”
“Birazdan çıkıyorum, markete uğrarım.”
“Gitmişken yoğurt da al!” Ya da “Çocuklar süt burger istiyor”
“Peki hayatım.”
Hissiz olduğuna bakmayın siz. Gülnur’un da heyecan dolu maceraları olmuş geçmişte. Komşu kızıydı Gülnur. Ailelerimiz tanış-tı. Konuşup anlaşmışlardı.
Yeri gelmişken; Gülnur sosyal bilimler fakültesi mezunu, atanamayan güruhtan.
Benden önce görüştüğü biri varmış. Yani bana söylediği bu. Birlikte yemeğe çıktığımız ilk gün itiraf etmişti. Ondan sonra da konusu açılmadı.
“Feridun senden gizleyecek değilim, hayatıma biri girdi senden önce, onunla olmadı, anlaşamadık, her şeyi baştan konuşmakta fayda var.”
Korktuğum başıma gelmişti. Hayatına giren erkeğin boylu poslu olduğundan şüphem yoktu. Ortalama boy ve tip bile bana beş basardı.
“Kim?” diye sordum merakla. “Üniversiteden mi?”
“Evet.” dedi Gülnur bakışlarını kaçırarak.
Konuyu geçiştirmek istediğini fark ettim. Tüm o dolu dizgin anılarını, birlikte çekilen samimi fotoğrafları, kalbini hoplatan, gönlünün efendisini açık etmek istemiyordu anlaşılan.
“Ne kadar süre görüştünüz?”
“Üniversite boyunca görüştük, sonra ayrıldık.”
Şimdi ayvayı yemiştim işte!
“Epey uzun sürmüş…” dedim elimdeki çatalı tabağımın üzerinde rastgele gezdirerek. Bu hem bir soru hem de hoşnutsuzluğumu açığa vuran bir tepkiydi.
“Evet.” derken gözleri görünmez bir ışık saçtı etrafına. Servis tabağının yanındaki çatala uzanırken konuştu tekrar.
”Senin için sorun olur mu?”
Yavaş yavaş dökülüyordu Gülnur. Eminim sorun olmaz desem, adamla ilk kez ne zaman/nerede öpüştüklerini, korkarım ki yattıklarını falan da anlatacaktı bana.
“Ihı.. ıhı.. Detayları anlatmazsan sevinirim.” dedim. Her kimse belli ki şehrin fatihiydi. Neden bitmişti acaba? Aileler mi istememişti? İşler o ciddiyete vardıysa her halükârda bana yaşanacak bir ilk kalmamıştı. El ele tutuşmalar, özel kutlamalar, gidilen sinemalar, konserler, ateşli gece sohbetleri… Düşüncelerimi durduramıyordum. Şu an çocuk Gülnur’un yanındaki sandalyedeydi, onun omzuna yaslanmış saçlarıyla oynuyordu.
Üzgündüm. Terk edilen bir viraneydi arda kalan…
“Senin oldu mu peki?” diye sordu muzipçe.
Doğruya doğru, gözleri güzeldi. Ebrununki gibi… Cevabını bal gibi de bildiği bir soruyu sorarcasına rahattı. Sanki içinden “Olmadı tabii, nereden olacak, zengin olmasan seni kim kabul eder be!” diyordu.
“Nasip olmadı” dedim. Çok istedim ama hiçbir kız beni beğenmedi deyip gözünde iyice yitik görünmek istemiyordum. Golü tam doksana yemiştim. Henüz lig tamamlanmadan puan farkıyla şampiyonluğunu ilan etmişti ilk adam. Gene de savunmayı sıkı tutup atağa kalkmalıydım.
“Yemekten sonra sinemaya gider miyiz?” diye sordum eski mevzu hiç umurumda değilmiş gibi. Yaralıydım ama bunu belli edemezdim, ayağıma kadar gelen ilk ve son fırsatı tepemezdim.
“Harika olur!” dedi Gülnur isteksizce.
Sinemaya gittik.
Romantik anlamda ilk kez bir kızın elini tutuyordum ve her şeye rağmen mutlu etmişti bu beni. Film arasında kova boy patlamış mısır aldım. İkinci yarıda uyuyakaldı Gülnur. Hak veriyordum ona. Zorla güzellik olmazdı,
n’apsındı, heyecan duymuyordu.
Sonra evlendik. Çocuklarımız oldu.
Ebru ve Esra koyduk isimlerini. İtiraz etmedi Gülnur. Erkek olursa Fatih koyalım derdi.
Annesi bizden çıkmaz Gülnur’un. Sağ olsun, bizde olmadığı zamanlarda da görüntülü arayarak iştirak ediyor. Özünde konuşkan, bana karşı mesafelidir hep. İçten pazarlıklı düzenden haberdar o da. Paramatiği idare etmek gerekiyor…
*
İşyerinden çıkarken, gün boyunca etrafımda pervane olan çalışanlardan birine rastladım. “Nasılsınız Feridun Bey?” dedi her zamanki pişkinlikle. “Nereye böyle?”
Merak ettiğinden sorduğu yoktu yalakanın. Beni görüp selam vermediği için onunla takışacağımdan çekiniyordu. Maaşını veriyordum.
“İyiyim sağ ol, eve gidiyorum”
“Yapabileceğim bir şey var mı sizin için?”
“Yok, teşekkür ederim.” dedim ve uzaklaştım.
Eve geldim.
Kapıda karşıladılar beni.
Elimdeki poşetleri alırken konuştu Gülnur.
“Hoş geldin, annem bizdeydi, az önce çıktı.”
“Hoş bulduk” dedim. “İşler aksadı bugün biraz.”
Konuşuyorduk ama konuşmuyorduk…
Karbon kopyalarım annelerinin arkasından içinde siparişlerinin olması gerektiği poşete doğru koştular.
SON