“Yıllarını vererek kaleme aldığı bu harikulade eseriyle seçici kurulumuzun tamamının oyunu alarak ödüle layık görülen değerli yazarımızı alkışlarınızla kürsüye davet ediyorum.” Alkış sesleri uyandırdı onu uykusundan. Uyanmadan bari ödülü alsaydım diye geçirdi içinden.
İlk gençlik çağlarında çizgi macera romanlarıyla başlayan okuma serüveni tam bir kitap kurduna dönüştürdü onu sonradan. Nedenini bilmediği okumaya duyduğu açlığını bastıramıyordu bir türlü. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak beslenmeye duyduğu açlıktan çok bilgiye ve okumaya duyduğu açlıkla açmıştı sanki dünyaya gözlerini. Okumayı sökmesinin arkasından okuyacak kitap bulmakta zorlandığı günlerde ödünç kitap veren kütüphaneleri keşfetmişti. Kütüphaneye ilk girdiğinde gördükleri karşısında büyülenmişti adeta. Binlerce kitap kucak açmış onu bekliyordu. O tarihten sonra sıklıkla ziyaret ettiği yerler oldu kütüphaneler. Raflardan kitap seçmenin, kitap kokusunu içine çekmenin keyfine doyamıyordu bir türlü. Okuduklarını kucak kucak getiriyor, kucak kucak yenilerini götürüyordu. Tür ayırt etmeden yıllarca okudu okudu…
Gün geldi ailesi başta olmak üzere yakın çevresindeki insanlar, önceleri, bu kadar kitap okumanın gözlerini bozacağını, sonra sonra dillerinin altında yatan asıl söylemek istediklerini söyleyerek okumaya olan ilgisini abarttığını, zaman kaybından başka bir işe yaramayan, dahası hiç bir amaca hizmet etmeyen okumalarına artık bir son vermesi gerektiğini söylemeye başlayınca daha fazla dayanamadı. “Okuma sevgisinin yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını, kitaplara ayrılan zamanın kayıp zaman olmadığını, aksine günün en dolu ve kazançlı vakitleri olduğunu.” söyledi onlara. Her ne olursa olsun asla vazgeçmeyecekti okumaktan. Ödün vermeyeceği varsa tek şey hayatının merkezine yerleştirdiği kitaplarıydı. Gerçek hayatta arzuladığı yaşama hiçbir zaman kavuşamayacak olmasından mıdır bilinmez geleceğe dair korku ve kaygılarının artmaya başladığı anlarda kitapların huzur ve dinginlik veren atmosferine sığınırdı daima. Böyle anlarda kimseyi istemezdi yanında, okuyacağı kitapla başbaşa kalabileceği uygun bir köşe bulmak yeterdi ona.
Ömrü kitaplar arasında geçmesine rağmen ellili yaşlarına kadar ben de kitap yazıyım düşüncesi geçmemişti aklından. Yıllar sonra, birikimlerini dışa vurma istediğinden kaynaklı mıdır bilinmez ani gelişen bir yazma arzusuyla dolup taşmaya başladı benliği. Üstelik gel geç bir heves gibi de görünmüyordu ondaki bu istek. Öyle bir zaman geldi ki, eline kalemi almadan zihninde yazmaya başladı adeta. Hayal dünyasında kurmakla yetinemeyeceğini anladığı günden itibaren de kişisel ve ailevi sorumluluklarından kurtulmayı başardığı anlarda arayı kapatma azmiyle kimseye sezdirmeden yazmaya başladı. Konuşmak değil yazmak olmuştu artık bütün dünyası. Her ne kadar yazdıklarını beğenmese de, kendi elinden kağıda dökülen ifadeleri edebi içerikten yoksun birer saçmalık olarak görüp kendini en ağır şekilde eleştirsede, duygularını, düşüncelerini, hayallerini daha iyi ifade etmenin yolunu açmıştı yazmak ona. Değer verdiği bir konuğunun karşısına düzgün kıyafetle ve ciddi yüz ifadesiyle çıkmak isteyen ev sahibinin gösterdiği özeni gösteriyordu yazarken. Değer verdiği bu konuk günün birinde kavuşmayı hayal ettiği okurlarıydı nede olsa.
Yaşamın doğal akışı sonucu meşguliyetlerle geçen gündüzleri, yazmanın, odaklanmanın zorluklarından kendisini kurtarmak için geceleri, karısına bile sezdirmeden sessizce yatağından kalkıyor, evin uzak köşesinde uykusuz kalma pahasına saatlerce yazıyordu. Biliyordu, sığınağı yalnızlıktı yazmanın. Hayatın debdebesinden kendini yalıtabildiği tek zaman gecelerin sessizliği olmuştu. Sanatçıyı verimli kılan şeyin yalnızlık olduğunu okuduğu günden sonra, kalabalıklar içinde bile yalnızdı o artık. Yazma süreci zamanın ne kadar yetersiz, ne kadar kıymetli, yaşamın ne kadar kısa olduğunu gösterdi ona. Günleri üç beş saatlik uykuyla geçiyordu artık. Eşi ve çocukları dahil herkesten saklıyordu yazdıklarını. Öykü, roman yazıyorum demekten utanıyor, söyleme cesareti gösteremiyordu bir türlü. Dosyalarından birisi kitaba dönüşünceye kadar da kimse bilsin istemiyordu. Bu düşüncesinin altında yatan şeyse yazdıklarının zırvalık olarak adlandırılması korkusu ve başarısız olma duygusuydu. Yazdıkları, yazamadıkları hepi topu üç beş saat olan uykularını da kaçırmaya başlamıştı son zamanlarda. Öykü ve romanlarında yaratmaya çalıştığı kahramanlarla buluşuyordu rüyalarında. Onlarla konuşuyor, dertleşiyor, nereye varmak istediklerini öğreniyordu onlardan. Uyurken ya da uyanıkken karşısına çıkan her görüntü, her hareket, her söz kaleminin ucuna geliyor, yazamadığı zamanlarda ise ruhuna bir kasvet yükleniyordu.
Duygularını, düşüncelerini kağıda dökebilmek için zaman, bolca zaman lazımdı ona. Gündüzlerini mesaiye, akşamlarını aile sorumluluklarına ayırsada zamanının çoğunu yazmaya ayıracağı günleri hayal ederek yaşıyor, bu imkana sahip yazarlara da gıptayla bakıyordu. Yazmaya başladığı yıllarda, hiçbir zaman benimseyip sevemesede, her şeye rağmen görevine sadakatle bağlı, sorumluluklarını ihmal etmeyen sıradan bir devlet memuru olarak yirmi yedi yıllık hizmeti bulunuyordu. Yaşamında aradığını bulamamanın sıkıntısını taşıyordu içinde. Eşinin bakış açısı da bu doğrultudaydı, alt tabakadan bir devlet memuruydu sonuçta. Bu bakış açısıydı belki de onu korkutan. Ben de birşeyler yazıyorum diyecek olsa küçümseneceğinden, alay edileceğinden korkuyordu.
Korkuları gerçek oldu sonunda. Gece yarısı sessizce kalkıp yazmaya oturduğu koltuğunda uyuya kaldığı bir pazartesi sabahı gözlerini açtığında, başucunda dikilmiş, elindeki kağıt kalemi ve etrafı incelerken buldu karısını. Koltuğun çevresi yazılı kağıtlarla, alınmış notlarla, ucu açılmış kalemlerle doluydu. Toplayıp kilitli çekmecesine koyamadan yakalanmıştı işte. “Ne yapıyorsun, bu saatte neden yatağında değilsin?” sorusuna yanıt vermeyi gereksiz buldu. Cevap ortadaydı ne de olsa. Uyuya kaldığı koltuğun çevresindeki yerlere saçılmış kağıtları göstererek “Bunlar da nedir böyle, gizli gizli ne haltlar karıştırıyorsun?” dedikten sonra kurşun kalemle doldurulmuş sayfalardan birini eline alarak okumaya başladı karısı. [Karlı bir havada burada bulunuyor olmamız bir tesadüf müdür bilmiyorum Zehra ama çocukluğumdan bu yana karın yağışı beni hep kendine çekmiştir nedense. Üzgün ve kederli anlarımda karın yağışı bir terapi gibi gelirdi bana. Karın yağmaya başladığı tessür dolu anlarımda kendimi dışarıya atar, kafamı lapa lapa yağan karın yeryüzüne serpiştirildiği gökyüzüne kaldırarak kar tanelerinin yüzüme, açık tuttuğum gözlerime ve avuçlarıma yağmasına izin verirdim. Yüzüme, gözlerime, avuçlarıma düşen her kar tanesi ruhumda taşıdığım sıkıntı ve kederlerden birisini alır ve uzaklaştırırdı benden. Eve döndüğümde tüm sıkıntı ve kederlerimden arınmış hissederdim kendimi.] Korktuğu an gelmişti işte. Okunan anlatının arkasından gelecek alaycı gülümseme ve küçümseyici sözler…
“Bu saçmalıkları yazmak için mi gecenin bir yarısı yatağından kalkıp attın kendini bu köşeye?”
“Saçmalık mı dedin? Edebiyattan anlar mısın ki sen? Evliliğimiz boyunca eline bir kez olsun
kitap alıp okuduğunu görmedim ki ben senin. Durum böyle iken, söylesene nasıl vardın bu yargıya?”
“Sen yıllarca okudunda ne oldu sanki? Kalan ömrünü de yazacağım diye heder etme başkalarına bırak bu işleri. Olmaz senden.”
“Olmaz mı benden? Peki neden? Çok mu kötüydü okudukların?”
“Olmaz çünkü memurluğa benzemez bu işler. Edebiyat eğitimi alanlara bırak bu işleri sen.”
“O dediğin eğitimi yıllardır alıyorum ben, farkında değil misin?”
“Ne zaman? Aldın da bizim niye haberimiz olmadı peki?”
“Okuduğum bine yakın kitap benim ders kitaplarım oldu. El ele verip eğittiler beni, duygularımı, düşüncelerimi, hayal dünyamı şekillendirdiler hep birlikte. Anlam ve algı dünyamın sınırlarını kaldırarak aydınlanmamı sağladılar yetmez mi?”
“Yetmez evet. Yazar kumaşı yok çünkü sende. Sen kim…?” sözlerinin devamını getiremedi karısı, elindeki kağıtta yazılı okuduğu kısa bölümün devamına kaymıştı gözleri. Sen kim…? sorusunun arkasından gelecek, canını en çok acıtacak sözlerin devamına beklerken, sen kim demeden önce yazdıklarımı bir kez olsun okusaydı keşke diye geçirdi içinden. Elindeki kağıtta yazılı metinden alaycı bir tavırla bir iki cümle daha okuduktan sonra “Sen ne anlarsın bu işlerden? Topla şu dağınıklığı da kalk işine git.” dedikten sonra kapıyı çarpıp çıktı karısı odadan.
Çok sürmedi aile bireyleri ve yakın çevresince de duyuldu yazma denemeleri. Her türlü alaycı, aşağılayıcı ve küçümseyici tavır ve imalara rağmen uykularını bölerek o günden sonra da devam etti yazmaya. Umuduna, moral ve motivasyonuna indirilen darbelere yenik düşmek istemiyordu. Duymayı beklediği sözler canını acıtmıştı doğru ama azmini daha da arttırmıştı bu kamçı darbeleri. Yazdıklarıyla kabul görmek en önemli amaç ve hedefi olmuştu artık. Çilekeş yaşamı boyunca hep zorluklarla karşılaşmış olmasından mıdır bilinmez zor olanı seçmişti bir kez daha. Metinleri güçlü olsada yayınevlerinden beklediği ilginin önüne geçecek bir çok engel vardı önünde. [Şöhretli kişilik kriterlerine uygun düşmüyordu en başından. Fiziksel olarak yazar imajı sergileyememsi, yazmaya geç başlaması, kendisine yol gösterecek, destek olacak ve adını yayınevlerine duyuracak edebi çevreden yoksun bulunması, yüksek yayın maliyetleri, tanıtım ve pazarlama koşullarının her geçen gün daha da ağırlaşması, yayınevlerinin tüm bu riskleri göze alamaması, aldığı eğitimin ilgisiz veya yetersiz görülmesi belki, vs. vs…] Dosyalarını gönderdiği yayınevlerinin hakkında verdiği “Hayattayken olmaz bekletin ölünce basarız.” hükmünden habersiz dosyalarının kabul edileceği günü bekledi durdu yıllarca. Yazdığı roman ve öykülerinin ölümünün hemen arkasından basılacağını bilse kendi roman kahramanı Mümtaz gibi daha o gün hayatla vedalaşmayı isterdi belki de.
En büyük korkusu gerçek olmuş, karısı haklı çıkmıştı sonunda. Dosyaları peş peşe reddedilip
bir kısım yayınevlerince de cevap bile verilmeden belirsizliğe bırakılınca yazmaya olan tutkusu
ve isteği -her ne kadar kendisi için öyle olmasa da- değersiz, lüzumsuz, boş bir uğraş olarak dil-
lendirilmeye ve acımasızca eleştirilmeye başlanmıştı çevresindeki insanlarca. Kendi yazıyor, kendi okuyor deniliyordu onun için. Başarmış olmanın arkasından gelecek özgüvenden ve savunma silahından yoksun kalmıştı artık. Üstelik işyerindeki arkadaşları da nereden duymuşlarsa
duymuşlar, kitap yazdığını öğrenmişler,onunla dalga geçerek elleriyle yaptıkları ve üzerine kendi
ismini yazdıkları iki yaprak boş kağıdı kitap şekline getirip o yokken masasına bırakmışlardı.
Kimseye bir şey söyleyemesede bu alaycı davranışa çok kırılmıştı o gün.
Yazdıkları yayımlanmasada, ortaya koymaya çalıştığı metinler her satırda kendinden bir şeyleri alıp götürsede -ki bunlardan en önemlisi son zamanlarda yerli yersiz ortaya çıkan anksiyete bozukluğuydu- öykü ve romanlarındaki karakterlerin ve kahramanların yaşamlarındaki arızalar, kaygı ve korkular gerçek yaşamını da etkilemeye başlamış, sebepli sebepsiz onu da bu karanlık dünyanın içine çekmeye başlamıştı çoktan. Yazma serüveni de, yaşamındaki tamamlanamadan yarım kalan şeylerden birisi olsun istemiyor, aklının dur emriyle kalbinin yaz emri arasında kararlı bir şekilde yazmayı sürdürüyordu.
“Kitabını bildiğin gibi yaz sen, ona dokunacak elin vakti saati gelir bir gün.” Bir yerlerden
okuduğu bu sözü kendisine düstur edinmiş, umudunu geleceğe taşıyan vaatkar bu cümlenin yazı-
lı olduğu kağıtları asmıştı odasının dört bir yanına.
Kalp krizi geçirip öldüğü gün o kağıtlara bakarak verdi son nefesini.
* *


