Hatice Dökmen
Bu konuda interneti taradığımız zaman şöyle bir ifade ile karşılaşıyoruz.
Pratik olarak var olmayan ancak var olması muhtemel bir durum ya da olay üzerine, tamamen özgün bir kurgusal yapı ve üslup ile yazmaktır. Kısacası size ait olan yeni bir şey olmasıdır.
Ülkemizde “Yaratıcı Yazarlık” olarak anıldı ve öylece de kabul edildi. Oysa orijinal adı olan “Creative Writing” cümlesini “Yaratıcı Yazım” olarak çevirmek durumundayız ya da “Yaratıcı Yazma” veya “Yaratıcı Yazı” da diyebiliriz.
Neyse. Çeviriye fazla takılmadan “Yaratıcı Yazma” diye adlandıracak olursak, ortayı bulmuş oluruz diye düşünüyorum.
Öncelikle yazma eyleminin insanlar için neden gerekli bir eylem olduğuna değinmek istiyorum. Yazma her şeyden önce bir tür terapidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında hastanelerdeki askerlerin morallerini düzeltebilmek için bütün askerlere kalem defter dağıtılıp canlarının istediği gibi yazmaları istenmiş. Aradan geçen kısa bir süre sonra yazan askerlerin yazmayan askerlere göre kendilerini daha iyi hissettikleri ve hızlı bir iyileşme sürecine girdikleri gözlemlenmiş.
Şimdi tam da bu noktada bizim yaşadığımız günleri düşünecek olursak. Bir yılı aşkın zaman dilimimizde salgın süreci yaşıyoruz ve bu durum pek çoğumuzu psikolojik olarak olumsuz yönde etkiledi. Hatta bu küresel olgu tüm Dünya’da pek çok insanda kalıcı psikolojik hasarlar bıraktı bile diyebiliriz. Kendimizi kötü, moralsiz ve üzgün hissettiğimiz anlarda elimize kâğıt, kalem alıp nasıl bir rahatlama hissettiğimizi deneyimleyebiliriz. Kâğıt, kalem diyorum ama tabii ki günümüzde birçok kişi kâğıt, kalem yerine bilgisayar tuşlarını kullanıyor. Olsun, yazılsın da nasıl yazılırsa yazılsın. (Kâğıt, kalemin ayrı bir atmosferi, ayrı bir hissedişi olduğunun altını çizmeden de geçemeyeceğim.) İnsan yaşadığı sürece elbette ki yenilgileri, hayal kırıklıkları ve bunların yol açtığı karamsar anları olacaktır. Böyle zamanlarda kendimizi yazmaya bırakıp içimizden geldiği gibi yazalım. Yazdıklarımıza geri dönüp baktığımızda belki kendimizle yüzleşme fırsatı bile bulabileceğiz.
Tabii ki yazma eylemi sadece terapi ile sınırlı değil hatta terapi yanı, yan etki. Yazmanın ayrıcalığı belki de bizi ileride ünlü bir yazar olmaya kadar götürebilmesinde. Bunun yanı sıra yine günümüz teknolojisiyle önemli bir aşamaya gelen blog sayfalarında denemeler, makaleler yazarak milyonlarca insanla yazdıklarımızı paylaşabiliriz.
Buraya kadar iyi hoş da; o milyonlarca kişi arasında bizi farklı kılacak olan ne, ya da yüzlerce binlerce yazar arasında bizim yazdıklarımızı farklı kılacak olan ne? İşte buna yanıt bizi “yaratıcı yazma” dediğimiz yere getiriyor. Farklı yazmak, özgün yazmak, yazdıklarımızı okuyucuya daha iyi geçirebilmek, yaratıcı yazma sürecini getiriyor. Yaratıcı yazma için; deneyim, hayal gücü ve gözlem oldukça önemlidir.
Ülkemizde çok önemli bir yanlış anlaşılma var. “Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu zaten potansiyel yazardır” ya da “Yazar, Türk Dili ve Edebiyatı’nı okumuşsa kesin iyi yazardır” teorisine katılmıyorum. Yazma sanatı adı üstünde bir sanat dalı ve bu dal için olmazsa olmazları kural haline getirdiğimizde iyi bir yazar olunabileceğine inanıyorum. İyi bir yazar olmanın olmazsa olmazlarını sıralayacak olursak üç maddede toparlayabiliriz. Bu üç madde yazan ile yazar arasındaki farkı belirleyecektir.
Yazar, düzenli çalışmalıdır.
Hani oldukça klişe cümleler duyarız.
“Gece aklıma öyle müthiş şeyler geldi ki anlatamam.”
“Yazacağım, yazacağım da bugünlerde ilham gelmiyor.”
“Ne zaman bir şeyler yazayım desem kâğıt bana bakıyor, ben kâğıda bakıyorum.” Gibi daha birçok şey türetebiliriz. Ama bu kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Eğer yazan olmaktan yazar olmaya geçmek istiyorsak düzen sözcüğünü beynimize kazımalıyız. Her yaptığımızı belirli bir prensip ve düzen içinde yapmalıyız. Unutmayalım ki emeğin olmadığı hiçbir iş başarıya gitmez.
Yazar, çok okumalı ve doğru okumalıdır.
Çok okumak, iyi okumak değildir. Önemli olan nitelikli okumaktır. Derinliğine inmeden okumak, kuru kuru okumaktan öteye gidemez ve iyi bir yazar olma yolunda vakit kaybından başka bir şey değildir. Nitelikli okumak demek; üslup, dil, kurgu gibi unsurları gözeterek; kendinden öncekilerle, dönemiyle benzerlik ve farklarını görebilmek demektir. Metinleri okurken bir hobi gibi değil ders çalışır gibi okuma yapmayı gerektirir. Yazan kişi okuyacağı kitapları da iyi seçmelidir. Bu yetenek zaten nitelikli okumanın ardından kendiliğinden gelecektir.
Yeni bir dil, yeni bir üslupla yazılmış eserleri okumak, bunları eleştirel gözle incelemek, bu yazarların karakterleri, olayları nasıl anlattığını, kurgu ve çatışmalarda nasıl bir yöntem uyguladıklarını görmek gibi gibi daha pek çok konuda yazma yolundaki kişiye yardımcı olacaktır.
Yazar çok yazmalıdır.
İyi bir yazar olmanın yolu ilham gelmesini beklemekten geçmez. Hatta o durakta hiç durmaz bile diyebilirim. Yazmanın olmazsa olmazlarından biri de çok yazmaktan geçer. Buna ilkokulda çocukların yazma reflekslerinin gelişmesi ve el alışkanlığı edinmesi için bol bol alıştırma yapmaları gibi bir şey diyebiliriz. Çok yazmak, yaza yaza elin ve belleğin gelişmesini sağlar. Sadece bu da değil tabi ki. Örneğin bir öykü yazıyoruz. Onu yazarken afilli cümlelerle donatmak için dakikalarca kâğıda bakıp cümle bulmaya çalışmak iğneyle kuyu kazmaktan öteye gidemez. Aklımıza geldiği, gönlümüzün istediği gibi ama duraksamaksızın yazalım. Belki öykü metni sonunda on sayfayı bile bulabilir. Olsun. Aslında bu iyi bir şeydir. Yazdığımız metne belirli aralıklarla döndüğümüz zaman (ki ben buna demlenme süreci diyorum) metnin en az yarısını sildiğimizi göreceğiz. Bu süre içinde demlenen metinden geriye metinde olması gereken cümleler kalacak.
Şimdi yazma dedik, yaratıcı yazma dedik, tabii ki bunun sonunda doğal olarak söz yazma atölyelerine kadar dayanır. Özellikle son yirmi yılda ülkemizde de bir hayli yer bulan yazma atölyeleri adından da anlaşılacağı gibi yazma/yazı üzerine eğitimler verir. Bazı atölyeler adeta edebiyat dersi verir gibi; edebiyat tarihi, edebiyatın ülkemizdeki yeri, ünlü edebiyatçıların hayatı, edebiyata bakışı ve bunlara benzer birçok konuda kurs ya da seminer verir gibi atölyeler yapsa da ben buna katılmıyorum. Çünkü atölye bir üretim yeridir ve orada insanlar üretir.
Türk Dil Kurumu da atölyenin açılımını şöyle yazar. Atölye: Zanaatçıların veya resim, heykel sanatlarıyla uğraşanların çalıştığı yer, işlik.
Atölyelerde katılımcılar grup olarak çalışıp grup olarak üretim yaparlar. Ürettikleri egzersizlerin üzerinde grup olarak çalışmaları sürdürürler. Seçtikleri edebi eserlerden metinler okuyup kendi yorumlarını grup arkadaşlarıyla paylaşırlar. Özellikle kurmaca metinler başta olmak üzere yazmanın belli başlı terimlerini, tekniklerini ve unsurlarını öğrenirler.
İyi yazmanın özel bir formülü yok ama belli başlı teknikleri var. Bizden önceki yazarlar bu teknikleri eserlerinde defalarca denediler. Bizler geçmiş kalem ustalarının yolunu takip ederek kendimize yeni bir üslup yeni bir dil bulma peşinde koşacağız. Bu koşuda yazma atölyeleri, yazmanın yolunu yordamını bulmada oldukça faydalı oluyor. Ama sonuçta iş yine bizde bitiyor. Yazma konusunda ne kadar istikrarlıyız, ne kadar emek veriyoruz, bu yol için bize rehber olacak ne kadar nitelikli kitap okuyoruz, okurken kendi üslubumuzu bulmak için satırlar arasında ne kadar derin okumalar yapıyoruz gibi bazı kriterler bizim yazma yolundaki başarımızı belirliyor.
Marguerite Duras yazma üzerine “Yazmak, aynı zamanda susmak, söylememek, sesini kesmek demektir, gürültüsüz haykırmaktır.” derken, Emile Zola “Ancak yazıya geçmiş düşüncenin değeri vardır; geri kalanlar boş çırpınmalardan, rüzgârın alıp götürdüğü bir saatlik hayallerden başka bir şey değildir.” demiş. Blaise Cendrars ise “Yazmak, yaşamak demek değildir; yaşamanın dışına çıkmaktır.” diyerek benim söylemek istediklerime güzel birer rehber olmuşlar.
Sonuçta yazma sanatı zor bir sanat ve bir o kadar da keyifli bir sanat dalı. Kendi adıma söylemem gerekirse; önceleri yazmak benim için bir hayaldi, şimdi ise yaşama sebebim oldu, diyebilirim.