Bitkin halde hastaneden çıkıp eve vardığımda hava neredeyse kararmak üzereydi. Anahtarı beceriksizce kilide sokmaya çalışırken, titreyen ellerim bana pek yardımcı olmuyordu. Sonunda kapıyı açmayı başarıp içeri girdiğimde ter içinde kalmıştım. Anahtarı, kapının yanında duran, kırık ayağı bantla tutturulmuş eski sehpanın üstüne attım. Her şeyi sarıp sarmalayıp gizleyerek kötülükler sanki hiç var olmamış gibi devam ediyoruz hayata. Gözüm bir süre buruş buruş olmuş bantta takılı kaldı. Söküp atmalı tüm bunları, artık hiçbir şey gizlememeli. Yıllardır içimin karanlık dehlizlerinde kilitli kalan onca şeyin anısı zihnime zehirli sis gibi çökerken, görünmez çelik bir elin boğazımı sıktığını hissettim. Derin bir nefes almaya çalıştım ama bedenimin içine çektiğim hava ruhuma ulaşmıyordu. Ruhum, o çelik el tarafından insafsızca boğulmaya devam ediyordu. İçimde kabarıp taşan nehirlerin suları gözümden aşağı süzülürken bir nefes daha almaya çabaladım. Yıllardır içimde tuttuğum bu ağırlığı artık taşıyamıyor, onun altında eziliyordum. “Anlatmalı. Zamanı geldi. Daha da geç olmadan anlatmalı.” Kendi kendime mırıldanarak mutfağa yöneldim. Ağır ağır etrafı incelemeye koyuldum. Otuz yıllık evime, sanki ilk kez içine girmişim gibi bakmaya başladım. Gıcırdayan kahverengi dolaplara, eskimiş ve bir kenarı yırtılmış perdeye, üstü yağ bağlamış ocağa, mermer tezgâha, üzerinde yanık izi olan halıya… Tüm eşyalara uzun uzun baktım. Gözümden akan yaşı silerken tüm ayrıntıları beynime kazımak istercesine baktım. Hayatımın yarısından fazlasını geçirdiğim bu evde ne çok anım vardı. Onun anısı vardı. Tam o sırada aklıma gelen düşünceyle evden fırladım. Daha fazla susamam! Sokağın aşağısındaki bakkala koşarken adeta gençleşmiş gibiydim. Yorgun halimden eser kalmamıştı. “Bir paket sigara bir de Türk kahvesi.” “Sırrı abi ama sana yasak.” “Boş ver şimdi yasağı masağı. Ver işte, lazım. Vaktim yok. Hadi çabuk ol.” Kararlı yüz ifadem ve ısrarım üzerine gönülsüzce de olsa uzattı istediklerimi. İyi bir gençti bu Lütfü, onu severdim. Hastalığımı da sadece ona söyleyebilmiştim zaten. Ben ne yazacağımı zihnimde evirip çevirip korku, utanç ve belki bir parça da olsa bulabileceğim huzurun düşüncesiyle duygudan duyguya savrulurken, Lütfü “Bu sefer benden olsun,” diyerek sessizliği bozdu. Bir süre durakladı. Endişeli gözlerle bana baktı. “Abi, sen çok içme yine de olur mu? Malum…” “Dert etme sen. Sağ olasın. Hadi hayırlı işler.” Kısa bir an durakladım, konuşup konuşmamak arasında kaldım. Ama sonunda söylemeye karar verdim. “Hakkını helal et Lütfü… Hoşça kal.” Ve bir şey demesine fırsat vermeden geldiğim gibi yine hızla çıktım bakkaldan. Eve vardığımda anahtarı kilide tek seferde soktum bu kez. Ellerim artık titremiyordu. Bol köpüklü kahvemi, kül tablamı ve sigaramı alıp evin en sevdiğim odasına yöneldim. Şiirlerimi de hep burada yazardım. İçerde çok fazla eşya yoktu. Pencerenin önünde maun masa, masanın üzerinde eski bir masa saati ve kalem kâğıt, üstündeki minderi iyice eskimiş sandalye, annemin çeyizinden kalma ceviz oyma sandık ve yerde de evdeki tüm eşyalar gibi yıllanmış bordo bir şark halısı. Aslında esas sevdiğim şey odanın büyük bir ormanlık alana bakmasıydı. Bana üniversitemin büyük kampüsünü, gülüp eğlendiğimiz, sohbet ettiğimiz o geniş ağaçlık alanı hatırlatıyordu. Elimdekileri masanın üzerine bıraktıktan sonra arkama dönüp emektar sandığın yanına çömeldim. “Nasılsın azizim? Yine dönüp dolaşıp sana geldim. Merak etme bu sefer huysuzlanmak, sızlanıp durmak için değil, seneler önce yapmam gereken bir şeyi yapmak için geldim. Yıllardır içimde sakladığım şeyleri artık söyleyeceğim. Çünkü sırlar insanı çürütür. Ayrıca her şeyin benimle birlikte toprağa gömülmesine izin veremem. Bunu ona yapamam.” Sandığın kapağını yavaşça kaldırdım. Açar açmaz geçmişin tanıdık kokusu çarptı yüzüme. Derin bir nefes alırken hasretle içime çektim yılları. Bütün anılarım bu sandıktaydı. Fotoğraf albümleri, bebekliğimden kalma el örgüsü patikler, babamın köstekli saati, ilk şiir kitabımın asıl nüshası, kimseye göstermeye cesaret edemediğim üniversiteden kalma şiirler, eskizlerim ve o… Onu çizdiğim resimler…Yıllardır elime almaya cesaret edemediğim resimler. Gözümden ılık bir damlanın akmasına engel olamadan resimleri sakladığım siyah karton kapaklı dosyaya uzandım. Elimle üstündeki tozu temizledim. Narin bir çiçeğe dokunurmuşçasına yavaşça açtım dosyanın kapağını. Zamanın acımasız tokadı tüm hızıyla yüzüme çarptı. Sendeledim. Hüzün, öfke, acı, özlem… Tüm duygularım birbirine karışıp içimde dalga dalga yükseldi. Bir süre öylece kalakaldım. Nihayet kendime geldiğimde hava kararmıştı. Ağır ağır kalktım ve ışığı açtım. Masaya yöneldiğimde kahvenin dumanının artık tütmediğini fark ettim. Bir yudum aldım. Soğumuştu. Gidip onu döktüm ve yeni bir tane daha yaptım. Maun masama yeniden oturduğumda enerjim ve isteğim gitmiş gibiydi. Bir an için vazgeçecek gibi oldum. Ama hayır, yazmalıydım. Onun için yazmalıydım.
Şiirlerim bir anda üne kavuşmuş ve bu ün yıllar boyunca katlanarak artmıştı. Yüzlerce baskı, binlerce kopya, milyonlarca okuyucu… Herkes bu ümit, mutluluk ve hayat dolu şiirleri konuşur olmuş, beni, etrafa neşe saçan bu şairi merak etmeye başlamıştı. Bir de isim takmışlardı bana: “Umut Şairi” Ve ben, tüm iğrençliğim ve utanmazlığımla bu şöhreti kabul etmiştim. Oysa gerçek çok farklıydı. Ben hiç de insanların zihinlerindeki gibi umutlu, neşeli, yaşamı seven, etrafına ışık saçan biri değildim. Ben, aşağılık bir hırsızdım sadece. Cıvıl cıvıl olan ve tüm bu ünü, sevgiyi hak eden oydu, ben değildim. Ama bu üne layık olmadığımı itiraf edecek cesaretten de yoksundum. Bu yüzden sustum. Herkes inanmak istediğine inandı, beni yeryüzünün en neşeli ve umutlu insanı sandı. Zaman; her geçen gün acımasızca beni ondan daha da uzağa savururken, tüm gerçekliğe kulağımı tıkadım, sırtımı döndüm. Böylelikle ben, hiçbir şey olmamış gibi neşeli şiirler yazmaya devam ettim, insanlar da okumaya… Ta ki bugüne kadar. Hadi Sırrı, hadi! Seni korkak ve huysuz herif! Tek bir kez olsun cesur ol, tek bir kez. Sigaramı yaktım, camı açtım, bir süre rüzgârın hışırdattığı yaprakların sesini dinledim ve sonunda yazmaya başladım.
“Yüreğimde gömülü sandıklara vurduğum kilidi açma zamanı artık geldi. Ben, zannettiğiniz gibi biri değilim. ‘Umut Şairi’ diye bildiğiniz ben, gerçekte korkak ve alçak bir hırsızım. Suçumu, sizden sakladığım her şeyi itiraf edeceğim. Yüreğime çöküp kalan, gittikçe daha da ağırlaşan bu sırrı anlatacağım. Ama her şeyi en başından anlatmaya başlamam lazım.
Onu ilk gördüğüm günü dün gibi hatırlıyorum. Üniversitedeydim, mimarlık bölümündeki ilk yılımdı. Çizim yapmak beni bu hayata bağlayan en büyük tutkularımdan biriydi. Bir de edebiyat… Derslerden arta kalan vakitlerimde ya çizim yapar ya da çok keyif aldığım için -pek yetenekli olduğumu düşünmesem de- şiir yazardım. Bu yüzden sık sık bir araya gelip edebiyat sohbetleri yaptığımız, bir şeyler yazıp çizdiğimiz bir arkadaş grubumuz vardı. Onu ilk kez gördüğümde de bu edebiyat sohbetlerimizden birini yapıyorduk. Neşeli bir tavırla yanımıza yaklaşırken güzelliği karşısında büyülenmiştim. Onu görünce aklıma ilk gelen şey bir çocukluk anım olmuştu. Babamın köyündeydim, amcamın bahçesindeki salıncakta sallanıyordum. Bir yandan da neşeyle, köyün karanlığında ışıl ışıl parlayan yıldızlara bakıyordum. Salıncak havaya doğru yükseldiğinde, tek elimle salıncağın ipini sımsıkı tutarken diğer elimi de gökyüzüne doğru uzatıyordum. Ayağımı gayretle ileri geri sallayıp daha da hızlanıyor, gökyüzüne daha yakın olmak istiyordum. Salıncak hızlanıp yükselince de yıldızları avcumun içine alıp tutabilecekmiş gibi hissettiğimden keyifleniyor, neşeli kahkahalar atıyordum. O da hayatıma aynı o yıldızlar gibi girmiş, karanlığımı ışıl ışıl aydınlatmıştı. Yanımıza geldiğinde, “Şu meşhur edebiyat grubu siz misiniz?” diye sordu neşeli bir ses tonuyla. Sevecen, ince ve o ana kadar işittiğim en hoş tınılı sesti. Hele güzelliği… Bal rengi iri gözleri, koyu kestane rengi, düz ve uzun saçları, uzun kirpikleri, minik burnu ve biçimli dudağı, yuvarlak yüzüne özenle yerleştirilmişti. Pürüzsüz kar beyazı teni ve düzgün fiziğiyle insanüstü bir güzelliğe sahipti. Güneşte ışıldayan saçlarını tutan tokayı çekip çıkarmak ve saçlarının narin omuzlarından dökülüşünü izlemek için inanılmaz bir istek duydum. Benim zihnimden bunlar geçerken, o ise en yakınında ben olduğum için, bakışlarını bana çevirmiş cevap vermemi bekliyordu. Utangaç bir tavırla gülümsedim ve konuşmaya çalıştım ama sadece “E… Evet,” diyebildim. Sesim bana ihanet etmişti. Kalbimin gümbürtüsü kulaklarımda uğulduyor, yüzüm alev alev yanıyordu. Neyse ki arkadaşım Mithat sözü devralıp beni daha fazla rezil olmaktan kurtardı. “Evet, eğer sen de edebiyat aşığıysan bize katılabilirsin,” dedi gülümseyerek. “Çok isterim,” dedi ve zarif bir hareketle karşıma oturdu. Mithat bir kez daha sözü devralıp tek tek bizi tanıttı. Sonra sevgili yıldızım, daha da genişleyen gülümsemesiyle konuşmaya başladı. “Çok memnun oldum, ben de Necmiye.” Necmiye. Anlamı, yıldızlara ait. Elimi uzatsam dokunmayı başaracağım parlak yıldızım. O günden sonra Necmiye grubumuzun neşesi oldu. Aynı zamanda da en yeteneklisi. O, yazdığı şiirleri bizimle paylaştıkça, biz şiir yazamaz olduk. Öyle etkileyici, öyle güzel şiirler yazardı ki, biz kendimizinkine şiir demeye utanırdık. İnsanı hayata bağlayan, yaşadığını hissettiren efsunlu şiirlerle dolup taşardı defterleri. Bense, onun her sözcüğüyle mest olur, kendimden geçerdim. Günler birbirini kovalarken ona duyduğum hayranlık gittikçe arttı ve sonunda aşka dönüştü. Benliğimi onda öyle yitirmiş, aşkını kalbimde öyle büyütmüştüm ki, ondan başka bir şey düşünemez olmuştum. Necmiye, içime, kalbimin merkezine işlemişti. Belli bir zaman sonra şiir yazmayı tamamen bırakıp çizime yöneldim. Onun resimleriyle dolu onlarca defter eskittim. Ama yetmiyordu. En sonunda bu aşkı artık içimde tutamayacağımı fark edince tüm cesaretimi toplayıp yanına gitmeye ve aşkımı itiraf etmeye karar verdim. Beni beklemesini ve ona söyleyeceğim önemli bir şey olduğunu Necmiye’ye iletmesi için Mithat’tan ricada bulundum. Hava güneşli ama biraz rüzgârlıydı. Necmiye ilerde, ağaçlarla çevrili bir bankta beni bekliyordu. Sırtı bana doğru dönüktü. Başı hafifçe yukarı kalkmıştı. Saçları rüzgârda savruluyordu. Zihnimde, ne diyeceğime ve onun nasıl tepki vereceğine dair düşüncelerin uğultusu, üstümde onun güzelliğinin sarhoşluğuyla yanına gittim. Utana sıkıla, kem küm ede ede aşkımı ona itiraf ettim. Kalbimi kabul edip edemeyeceğini sorduktan sonra yarı korku yarı heyecanla ne diyeceğini beklemeye koyuldum. Bana koca bir asır gibi gelen birkaç saniyenin ardından yeryüzünün en güzel şeyi olan gülümsemesini bana bahşetti ve usulca kafasını aşağı yukarı salladı. Onun da bende gönlü olduğunu öğrenmemle hayatımın rüya gibi, en güzel dönemi başladı. Bulutların üstündeydim sanki, içimde her geçen gün katlanarak büyüyen aşkımın kanatlarıyla semada uçuyordum.
Ben deli gibi onun portresini çiziyordum, o da bana şiirler yazıyordu. Aşk dolu, umut dolu, hayat dolu, nice harika şiir! Her seferinde de yüzünde o güzel gülümsemesi… Neşeyle yanıma koşar, yeni yazdığı şiiri hevesle okurdu. Tanrım, ne büyük saadetti onu dinlemek! Bir gün bu eve bile gelmişti. O günü hiç unutamadım. Halının üstündeki yanık izi de o günden hatıra zaten. Çaydanlığın altına nihale koymayı unutmuştum o heyecanla. Halının halini görünce Necmiye’nin şen kahkahaları mutfakta çınlamıştı. Onun güzel yüzüne bakarken ben de kendimi tutamamış ve gülmeye başlamıştım. Kahkahalarımız birbirine karışırken aklımdan geçen şeyi hâlâ hatırlıyorum. Bundan büyük saadet olamaz! Sonra da bana yazdığı bir şiiri okumuştu neşeyle. Her zaman ki gibi harika bir şiirdi. Ona aşkla bakarken fısıldamıştım. “Bence bir gün çok ünlü bir şair olacaksın.” İnci dişlerini gösteren kocaman gülümsemesiyle, “Öyle mi dersin?” diye sorup minik bir buse kondurmuştu yanağıma. Ve bir kez daha zihnimden aynı şey geçmişti. Bundan büyük saadet olamaz! Ama unuttuğum bir şey vardı. Bütün felaketler, en güzel günlerin ardından gelirdi. Hayat, ancak senden büyük bir şey almayı planladığında sana böyle bir mutluluk verirdi. Çünkü insanın en savunmasız anı, mutluluk sarhoşu olduğu andı. En mutlu anında hayat keskisini öyle bir savurur, insanı, uçtuğu o semadan düşürüp öyle bir paramparça ederdi ki… İşte hayat bana en büyük sillesini, bu güzel rüyayı yaşattıktan sonra vurdu.
Okulun son yılı başlamıştı. Güz dönemiydi. Necmiye’yle olan ilişkimiz hâlâ çok güzel olsa da tartışmalarımız ve kavgalarımız gittikçe artıyor, hayat, hiç bitmesin istediğim bu rüyayı sinsice kabusa dönüştürmeye hazırlanıyordu. Kavgalarımızın en büyük nedeni benim yersiz kıskançlıklarımdı. Tenine değen rüzgârı bile kıskanır olmuştum. Onu bunalttığımı, mantıklı davranmadığımı biliyordum ama aramıza bir hayalet gibi gizlice sokulan bu kıskançlığı içimden söküp atamıyordum. Sınav döneminden sonra bir gün, yine grupça toplanmış sohbet ediyorduk. Biz konuşurken Necmiye’nin sınıfından Hatice diye bir arkadaşı koşarak yanımıza geldi. Hatice kulağına bir şeyler fısıldarken Necmiye’nin kaşları başta çatıldı, sonra hayretle havaya kalktı. En sonunda da yüzü kocaman bir gülümsemeyle ışıldadı. Mithat yan tarafımda bir şeyler anlatıyordu ama onu duymuyordum. Tüm dikkatim Necmiye’nin üstündeydi. Onu böyle mutlu eden neydi? Ya da kimdi? Hatice ona ne söylemişti? Kimden haber getirmişti? Aramızdaki hayalet uyanıp etrafımda gezinmeye başlamıştı yine. Ben gözlerimi dikmiş ona bakarken, Necmiye Hatice’nin yanından ayrıldı ve yanıma gelip, “Benim kısa bir işim var, halledip hemen geleceğim,” dedi. Tam gideceği sırada kolunu yakaladım. “Nereye? Ne işiymiş bu?” Necmiye de aramıza giren o uğursuz hayaleti hissetmişti. Hafifçe çatılan güzel kaşlarının altındaki gözleri ‘Lütfen yine başlama’ dercesine bana bakıyordu. Ama durmadım, duramadım. “Ne işin var?” dedim dişlerimin arasından. Necmiye’de öfkelenmeye başlamıştı. “Kolumu bırakır mısın? Gitmem lazım, gelince anlatırım,” dedi sabırsızca. Sinirden kalbim hızlanıp göğsümün içini yumruklamaya başladı. Kulaklarım uğuldadı. Üstümüze yönelen bakışlar yüzünden istemesem de kolunu bırakmak zorunda kaldım. Necmiye acele adımlarla Hatice’nin yanına gitti ve hızla yanımızdan uzaklaştılar. Yumruklarımı sıktım. Zihnim art arda senaryolar üretmeye başlamış, içim öfke ve korkuyla dolmuştu. Ama zihnime yılan gibi sinsice süzülen bir düşünceyle kafamın içindeki gürültü sona erdi. Ne duruyorsun? Onu takip etsene! Bir an gidip gitmemek arasında kaldım. Ama aramızdaki hayalet yine galip geldi. Necmiyelerin gittiği tarafa doğru hareketlenmiştim ki Mithat arkamdan seslendi. “Hayırdır Sırrı, nereye?” “Bir işim var,” diye geveledim. Sonra da hızlı bir şekilde yürümeye başladım. Deli gibi kampüsün içinde dönüp durdum ama onları bulamadım. Yok, yok! Nerede bunlar? En sonunda tam vazgeçecektim ki, esas bakmam gereken yere, Necmiye’nin derslerinin olduğu binaya bakmadığım kafama dank etti. Hemen oraya yöneldim. Burası, benim derse girdiğim binanın biraz arkasında kalıyordu ve oraya giderken iki yanında sık çam ağaçları olan bir yoldan geçmek gerekiyordu. Tam bu yolu geçip binaya ulaşmak üzereyken, binadan çıkan Hatice’yi gördüm. Onun arkasından da Necmiye ve bir oğlan çıktı. Çocuğun kim olduğunu bilmiyordum, daha önce gördüysem de hatırlamıyordum. Ben, çocuğun kim olduğunu, tanışıp tanışmadığımızı düşünürken, Necmiye ona neşeyle gülümsedi. Vücudumun karıncalandığını hissettim. Nefes alışverişlerim hızlanırken yumruklarımı sıktım. Tam onlara doğru gideceğim sırada Necmiye ona sarıldı. Başta donup kaldım, gördüğüm şeyin gerçek olup olmadığını algılayamadım. Necmiye. Ona. Sarıldı! Sarıldı. Bu kelime zihnimde yankılanırken kafamdan aşağı kaynar sular döküldü, gözüm döndü. Ben bir şey düşünemeden vücudum çoktan yay gibi yerinden fırlamış, son sürat oraya koşmaya başlamıştı. Hatice’yi kenara itip, çocuğun yakasına yapıştığım gibi onu yere savurdum. Üstüne çöküp suratına art arda yumruklar indirirken Hatice ve Necmiye’nin çığlıkları ağaçlık yolda yankılandı. Ama bu çığlıklar bana çok uzaktan geliyorlardı. Duyamayacağım kadar uzaktan. Altımda çaresizce çırpınan ve bir süre sonra tamamen halsiz düşen et yığınına yağmur gibi inen yumruklarımdan başka algılayabildiğim bir şey yoktu. Beni çocuğun üstünden çekmek için çevreden yardıma gelenler olmasa muhtemelen hiç durmayacaktım. Beni ayağa kaldırıp geriye doğru sürüklerlerken bile yerde yarı baygın yatan kanlı, biçimsiz bir et yığınına dönmüş zavallıya bağırmaya devam ediyordum. Sonunda sakinleşip aklım başıma geldiğinde kanlı ellerime baktım. Ben ne yaptım? Tanrım, ben ne yaptım?
Çocuğu hastaneye yetiştirmek için ambulans gelmiş, onu apar topar sedyeye taşıdıktan sonra hızla yola çıkmıştı. Bense üstümde gezinen yüzlerce bakışı doğru dürüst fark etmeksizin öylece ayakta dikiliyordum. Korkudan rengi atmış yüzüyle bana doğru yürüyen Necmiye’yi gördüm. Ne diyeceğimi, yüzüne nasıl bakacağımı bilemediğimden bakışlarımı ayaklarımın ucuna çevirdim. “Senden nefret ediyorum!” Necmiye’nin yüreğimi lime lime eden bu cümlesi zihnimde yankılandı. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Hayal kırıklığı, öfke ve… Ve belli belirsiz bir iğrenme. Bunu hak ettiğimi biliyordum, bunu hak etmiştim. Ama bunu bilmem kalbimin paramparça olmasını engellemiyordu. “Ben…” Ne diyeceğimi bilemediğimden sustum. Zaten Necmiye de bir şey söylememe izin vermedi. İşaret parmağını öfkeyle bana doğru sallayıp, “Sus!” diye bağırdı. “Sus! Tek kelimeni bile duymak istemiyorum.” Bir süre durdu, elleri iki yana düştü. Bakışlarına yerleşen hüzünle konuşmaya devam etti. “Benim sevdiğim adam bu değil. Ben seni tanıyamıyorum artık. Benim arkadaşımdı o! Hiçbir suçu olmayan bir insana nasıl böyle bir şey yaparsın? Ben… Ben…” Kafasını iki yana salladı. Öfke, hüznü itekleyip o güzel bal rengi gözlerini ele geçirmişti tekrar. Ve tiksinme. Asla aklımdan çıkmayan o tiksinme… “Niye konuşuyorum ki? Sen buna bile değmezsin,” diyerek arkasını dönüp gitmeye davrandı. Seni bıraktı, ona gidiyor. Buna izin mi vereceksin? İçimde yeniden hortlayan hayaletin zehirli sözleri zihnimi bir kez daha sardı. Necmiye’nin kolunu tekrar yakaladım. Bu sefer parmaklarım daha sıkıydı. Acıyla buruşan yüzünde sonsuz bir öfke ve tiksinme vardı. Aramıza giren hayalet, o iğrenme dolu ifadeyle besleniyordu sanki. Daha da büyüdü ve beni tamamen ele geçirdi. “Nereye gidiyorsun?” diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Çok kısa, belli belirsiz bir süre için Necmiye’nin bakışlarından bir korku ifadesi geçti. Ama yerini hemen öfkeye bıraktı. “Bırak beni manyak herif!” diye bağırmasıyla yüzüme tokat atması bir oldu. Hayalet, bu darbeyle yok olup gitti ve yeniden kendime geldim. Ama bir şeyleri düzeltebilmek, özür dilemek için artık çok geçti. Necmiye’nin kolunu tutan elim gevşedi. Diğer elim tokadın indiği yanağıma giderken Necmiye kolunu hızla çekip elimden kurtuldu ve koşmaya başladı. Görüş açımdan tamamen çıkmadan önce kolunun tersiyle yüzünü sildiğini gördüm. Ağlıyordu. Ve bu onu son görüşüm oldu. Çocuğu kaldırdıkları hastaneye giderken yolda kaza geçirdiğini sonradan öğrendim. Karşıdan karşıya geçerken beyaz bir araba o narin bedenini ezip geçmiş, hayatını oracıkta kaybetmişti. Şoförse gaza basıp kaçmış ve kayıplara karışmıştı. Polisin onca araştırmasına rağmen suçlu yakalanamadı.
İşte onu böyle kaybettim. Dokunduğumu, hatta yakaladığımı sandığım yıldızımı gökyüzü benden geri aldı. Çünkü ben onun kıymetini bilemedim. O günden sonra hayatım sonsuza kadar değişti. Bir süre hislerimi kaybetmiş halde dolandım durdum. Beden yaşarken ruhun ölebileceğini o zaman öğrendim. Ama sonra ruhum tekrar dirildi. Sonsuz bir acıyla birlikte. Cezam bitmemişti. Bir gün Hatice yanıma gelip bana o gün olanları anlattı. Sadece projeleri birinci seçildiği için sırf sevincinden ona sarılmış. Hatice suçlayan gözlerle, “Hiçbir sebep yokken, sırf şu gereksiz kıskançlığın yüzünden her şeyi mahvettin. Yarışmayı kazandığımız için çok mutluydu sadece, sana da gelip söyleyecekti zaten. Ama sen ona konuşma fırsatı bile vermeden her şeyi mahvettin! Arkadaşım senin yüzünden öldü!” Hatice yanımdan ayrıldıktan sonra kalbim pişmanlık ve acıyla kavruldu. Her yerde o çocuğu aradım, faydasız olacağını bilsem de en azından ondan özür dileyebilmek için. Ama Tanrı, vicdanımdaki yükün en küçük kısmından kurtulmama bile izin vermedi. Onu bulamadım. Hastaneden taburcu edildikten sonra okulu bırakıp memleketine dönmüş. Nerede olduğunu ısrarla sordum ama arkadaşları bilmediklerini söyleyip beni geçiştirdiler. Her baktığım yüzde hep aynı şey vardı. Necmiye’yi son gördüğüm anı defalarca hatırlatmak ister gibi. Sonsuz bir öfke ve sonsuz bir iğrenme. Öyle bir iğrenme ki, beni kendimden bile kaçırttı. O kötü andan ve kendimden kaçmak için ise yeryüzünün en iğrenç hırsızlığını yaptım. İğrençliğimi, iğrençlikle kapattım. O kötü olayları sanki hiç yaşanmamış gibi kalbimin derinlerine gömüp unuttum. Kendimi de Necmiye ile geçirdiğim, yeryüzünün en mutlu insanı olduğum o birkaç yıla hapsettim. Ve yazmaya başladım. Mutlu şiirler, umut dolu şiirler, yaşam dolu şiirler, aşk şiirleri… Hatta onun yazdıklarının kıyısından bile geçmemesine rağmen bu yazdığım paçavralarla, yüzsüzce insanların övgüsünü topladım. Ama gerçeği itiraf etmedim, edemedim. Bu şiirleri yazmak için ona dair her şeyi çaldığımı söyleyemedim. Onun hayallerini, umudunu, neşesini ve… Ve hayatını.
Bana inanan, güvenen ve beni seven tüm okurlarımdan defalarca özür diliyorum. Bunun yeterli olmayacağını ve hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyorum ama bu sırla mezara gidemezdim. Bunları anlatmak için çok geç bile kaldım. Sizlerin zihninde ve kalbinde var olması gereken o, kesinlikle ben değilim. Hiç olmadım. Ben ‘Umut Şairi’ değilim. Ben şair bile değilim. Ben… Ben aşağılık hırsızın tekiyim sadece. Koca bir hayal kırıklığından ibaretim. Özür dilerim…”
Yazmayı bitirdiğimde saat gece yarısını çoktan geçmiş, paketteki tüm sigaralar bitmişti, ama bunun hiç farkında değildim. Gözyaşlarımın akıp gittiğinden bile habersizdim lakin sayfalardaki yer yer dağılmış mürekkepler ağladığımın kanıtıydı. İç çekerken, kalem titreyen elimin arasından kurtulup masaya düştü. Elimdeki titreme şiddetlense de umurumda değildi. Varlığını ansızın öğrendiğim kanser, bu zavallı bedenimi tamamen yok etmeden önce yıllardır sakladığım sırrı itiraf edebilmiştim. Doktorların bana biçtiği bu “en fazla bir aylık ömür” artık önemsizdi ve sadece bir sayıdan ibaretti. Zihnimden bunlar geçerken bir mucize oldu. Kalbimde bir şeyler kıpırdandı. İçime bir şey doldu, bir tür rahatlama. Belli belirsiz, silik bir rahatlama… Yüzüme buruk bir gülümseme yayılırken aniden esen rüzgâr yaramazca dans etti, önümdeki kağıtları havalandırdı. Kağıtların dağılmaması için aceleyle kalkıp camı kapattım. Sonra yavaşça arkama döndüm ve bakışlarımı ceviz sandığa doğru çevirdim. Oradaydı, çizimlerimden birini elinde sımsıkı tutmuş, bana uzatıyordu. Titreyen ellerimle kâğıdı aldım. Bankta oturmuş, saçları rüzgârda uçuşurken güneşli gökyüzüne neşeyle bakan bir kız ve arkasında da bir oğlan silueti. Yüzümden oluk oluk akan yaşları hissettim bu defa. Kafamı çizimden kaldırıp o bal gözlere baktım ve fısıldadım, “Özür dilerim…” O ise yine gülümsüyordu.
Selma Gül AKSİN