Muayenehanenin kapısından, ardında kovalayan birileri varmış tedirginliğiyle girip kapıyı kapattı Tayfur. Bu olağan olmayan, paranoyakça hissedişi son zamanlarda sık sık yaşadığını düşündü sonra. Üzerinde durulacak bir şey olduğunu sanmıyordu gerçi. Duvardaki saat, ilk hastasının gelmesine bir saate yakın vakti olduğunu söylüyordu. Gece geç yatmış, uykusunu alamamıştı. Çalışmaya pek istek duymuyordu fakat randevulu müşterilerini de kaçırmak istemezdi. Üzerinden atamadığı mahmurluktan kurtulmak için hiç değilse gözkapaklarını dinlendirme niyetiyle koltuğa geçti. Birkaç dakika öylece, hiçbir şey düşünmeden boş boş baktı duvarlara.
Birden yardımcı kadının izinli olduğunu hatırladı. Şekerleme yapacak zaman değildi. Birazdan gelecek müşteriden önce aletlerin steril hale getirilmesi gerekiyordu. Kalktı, otoklavı çalıştırdı. Penceredeki akşamdan çekili bıraktığı perdeyi açtı. Yağmur yerini yoğun kar yağışına bırakmıştı. Bir süre dikelip onun savrularak yağışını seyretti. ‘Bir zamanlar…’ Geçmişi anımsamıştı; derin bir soluk alıp tuttu içinde. Gri bulutların örttüğü gecekondulardan, estetikten yoksun beton yığınlarına dönen bu kenar semtin birbirine dolanmış yumak ipi izlenimi veren sokaklarındaki çamurlu su birikintilerinin ayaklarını ne çok üşüttüğünü anımsamıştı. Havada uçuşan altıgen tanecikler şimdi artık yüreğine yağıyordu. Pencereden bir adım uzaklaştıysa da geri çekilmedi. Tanıdık bir yüz dikkatini çekmişti; sabahları işe gelirken birkaç sokak ötedeki otobüs durağında sık sık rastladığı simitçi çocuk. Yüreği hızlı hızlı çarpmaya başladı. Onu her gördüğünde içinde sakladığı, delik tabanlı, içi su dolmuş çizmeleriyle üşüyen çocuğu hatırlar, çalışan klimaya rağmen ayaklarının buz gibi olduğu duygusuna kapılır, kaşe paltosunun içinde daha da büzülür, elleriyle ayaklarına uzanır, ısıtmaya çabalardı. Aksi gibi her gün aynı durakta trafik tıkanır ve Tayfur bu yüzden o noktada dakikalarca aynı karmaşık duygular içinde çakılıp kalırdı.
Çocuk cılız sesiyle bağırdı: ‘Simitçi… Taze simit’. Bu arada ellerini kâh birbirine sürtüyor, kâh soğuk nemli havada buza kesmiş bedeninin en sıcak yeri olan koltuk altlarına saklıyordu. Aynı hastalıklı, rahatsız edici duygunun kontrolüne girmek üzere olduğunu fark etti Tayfur; üşüme duygusu giderek artıyordu. Kendisini tembihler gibi konuştu: ‘Durağa bakmak zorunda değilsin. Onu görmek zorunda değilsin. Burada dikelip durmak zorunda değilsin’.
Her gün tekrar eden bu geçişi mümkün olsa farklı biz güzergâhla değiştirmeyi düşünürken şimdi çocuğun kendi semtinde karşısına çıkması kötü, berbat bir rastlantıydı. Belki de bu otobüs durağını kendisine mekân edinmeye kalkmıştı çocuk. Durağın yeri değiştirilebilir, olmadı simitçi için bir kulübe kondurulabilirdi şuraya bir yere. Hiç değilse ayakları ıslanmaz, patlak tabanlarından içeriye su girmezdi. Çocuğun ayakkabılarının içine giydiği plastik poşetin açıkta kalan tutmaçları rüzgârda sallanıyordu.
Mutfağa yöneldi. Günlerden beri aralıksız yandığı halde ısıtmadığı sanısına kapıldığı kombinin ayarını bir derece daha yükseltti. Musluğu açarak elini sıcak suyun altına tuttu. Sıcak… Geriye çalışma odasına döndü. Otoklava koyduğu malzemelerin soğuması için makinenin kapağını açmak amacıyla uzandığında, masasının altında bir muz parçası ilişti gözüne. İrkildi birden. Yıllardır ağzına sokmak bir yana bulunduğu yere yaklaştırmadığı bu meyvenin muayenehanesinde ne işi olabilirdi ki!
Muzdan nefret ediyor, evet. Saplantı, takıntı; artık nasıl tanımlanırsa… Muhtemelen yardımcı kadın yemek için almış, bir nedenle de düşürmüş ya da patrona yakalanma korkusuyla yere atmış, sonra da unutup çıkmıştı. Ya da bir gün önce gelen çocuklu aileden kalmıştı. Annesinin sussun diye eline tutuşturduğu muzu elinden düşürmüştü çocuk.
Bir anda yıllar yıllar öncesine ışınlandı sanki. Isırık alması için uzatılan, ancak henüz tadı damağına ulaşmamışken tamamını yedin diye geri çekilen olağanüstü kokulu meyveyi hatırladı. Ardından suratında patlayan tokadı. Ağzındaki lokmanın, gözyaşıyla karışarak yere dökülmesini izledi. İçi parça parça olmuştu.
Yardımcısını uyaracak. Muayenehanede bir daha muz görmek istemiyor.
Zil sesini duyunca kapıya yöneldi; ilk müşteri. Açtı. Önde ilk bakışta rengi attığından kahverengi mi, siyah mı olduğu anlaşılmayan ceketi, çiçekli gömleği, dudak kenarından sarkmış, ortası tütünden sararmış bıyıklarıyla utangaç bakışlı bir erkek ve arkasında muhtemelen karısı olan genç, güleç, ancak tedirgin ifadeli bir yüz. Adam girdi, karısı da adımlarını, aradaki mesafeyi korumaya ayarlayarak geldi peşinden.
Varlığı kaybolsun gitsin istiyordu. Adam, dişçi koltuğunun arkasına geçip kurbanını bekleyen avcı gibi duran Diş Hekimi Tayfur’la göz göze gelmeden bir topluluğa hitap edercesine orta yere “Selamın aleyküm” dedi. Kadın, eşiğin berisinde, çağrıldığı an kopup gelecekmiş gibi duruyordu.
Soğuk bir kış günü; serçe ürkekliğiyle girdiği cami tuvaletinde yirmi beş kuruş veremediği için suratında patlayan şamarın iziyle dikeliyordu simitçi.
Aleyü küm selam diyemedi.
Başını eğip, öylesine selamladı Tayfur da.
“Bizim karının ağzı” dedi adam; genişçe sırıttı.
Aeratörü eline aldı Tayfur; koltuğu çevirdi.
“Geç otur” dedi kadına.
Attığı her adımda rızasının olmadığı belli olan fakat boyun eğmekten başka çıkar yol bulamamanın çaresizliğini taşıyarak koltuğa ilişir gibi oturdu kadın.
“Söktürdüklerinin yerine yenisini yaptıracan ama” dedi kadın…
“Ne yapılacak ki?”.
Adam Tayfur’u değil, karısını yanıtladı: “Şu klarneti onarayım ya da yenisini alayım söz em kestirdiklerimi altın kaplatacam, em de koluna çifte burma alacam. Almazsam, namerdim, adam değilim.” Sonra döndü Tayfur’a “ Ağabey, ucuzundan kestir şu üç altın dişi” dedi.
Açıkta kalmış dişler soğuk vurunca nasıl sızlar, iyi bilirdi.
Tepesindeki simit tablasıyla yere kapanan çocuğun kırılan dişlerinin sızısı gelip ağzının ortasına oturdu. Elleriyle kaplamalarını yokladı.