Tedirgin halde, koşar adımlarla girdiği okul bahçesini birkaç adımla geçti. Okul müdürünün odasının bulunduğu koridora yöneldiğinde kapı önünde bekleyen görevliyle göz göze geldi. “Hoş geldiniz hocam” diyen görevlinin sesinde bir tuhaflık sezmişti. Kapalı kapıya yönelmişken “Biraz bekleyin müdür beyin misafiri var, kimse içeri girmesin dedi” uyarısını almasıyla kapının kenarındaki koltuklardan birine bıraktı kendisini.
Henüz oturdukları öğretmenevinin bahçesindeki masaya garsondan üç çay getirmesini rica etmişti. Elinde çaylarla kendilerine doğru gelen garsonu görünce kucağındaki henüz yaşını doldurmamış bebeğinin sıcak bardaklara hamle yapmasını engellemek için sandalyesini geriye doğru kaydırdı. Hazırladığı biberonu bezgin hareketlerle kavrayarak yorulmuş olmasına rağmen tebessümle bebeğe uzattı. Şimdi güz sıcağının eşliğinde “Son dakika” haberi üzerine konuşma zamanıydı.
Günün konusu, Milli Eğitim Bakanlığının duyurduğu ile öğretmen ihraçları ve açığa almalardı. Bahçeye girerken masalarda tedirgin, korku dolu bakışlar görmüşlerdi. Ortalıkta pek sohbet havası yoktu. Sık sık cep telefonunda yeni bir açıklama var mı diye kontrol ediyorlardı. Sadece on bir bin bilmem kaç öğretmenin görevden el çektirildiği haberi vardı. Ayrıntılar geliyor yazıyordu. Nerelerden, kimler, niçin açığa alınmıştı? Sebebi? Yok, bir türlü ayrıntılar gelmiyordu. İçten içe büyüyen sıkıntı önlerindeki bardaklara uzanmalarına engel oluyordu.
Telefonu olur olmaz zamanda kapanıyordu. Uğradığı servis görevlisinin “Bataryası ölmüş bunun yenileyin.” sözcükleri kulaklarını tırmalayıp duruyordu. Yeni bir telefon edinmek zorunluluk olmuştu. Kredi ile aldığı evden dolayı borç başını almış giderken bir de telefona bütçe ayırması güç görünüyordu. Okullar başlasın eğitim ödeneği, ek ders derken bir yerlerden kısıp yeni bir telefon alacaktı. Telefonların ömürleri ortalama on sekiz aymış. Siz şuna kibarca on sekiz ayda bir yolunacaksınız deyin olsun bitsin. Neymiş efendim pil ömürleri bitiyormuş. Pis soyguncular dilerim sizin de ömrünüz fazla sürmesin. Kıt kanaat kendi yağında kavrulmaya çalışırken ellerindekini sürekli bozulan teknolojik ürünlere vermekten bıkmıştı. Son model diye alınan ürünler sözleşmişçesine garanti süresi biter bitmez adeta arıza moduna geçiyorlardı.
Çaydan henüz iki yudum almıştı ki telefonu çaldı. Ekranda okul müdürü yazısını görünce bardağı çabukça yerine bırakıp aç tuşuna dokunarak kulağına götürdü. Alo, müdür bey buyurun demeye kalmadan “Hocam bakanlıktan aradılar,size zahmet acele okula gelir misiniz?” tümcesinin ardından gelen “ Bekliyoruz.” sözüyle ses kesildi. Gerisini gelmeden ekranın karardığını gördü. Kulaklarındaki “Bakanlıktan aradılar, Bakanlıktan aradılar,” sesi tekrara dönüştüğünden bir an masadakilerin “ Ne oldu? Rengin attı.” sorusu boşlukta kaldı. Dizlerindeki boşalmayı bastırmaya çabalayarak yavaşça yan sandalyeye döndü; kucağındaki bebeği eşine uzattı. Yorgun bir sesle “Okuldan aradılar hemen gitmem gerekiyormuş. Acilmiş.” diyerek ayağa kalkmaya yeltendi.
Masadakilerin yüreğinden yaz sıcağını donduran bir zemheri soğuğu geçti. Teselli cümleleri kurma çabası sonuçsuz kaldı. Kısa bir sessizliğin ardından “Anlaşılan bayram seyran dinlemeyecekler, telefonla çağırdıklarına göre iş ciddi” cümlesi boşlukta amaçsızca devinen salıncak gibi dönüp duruyordu. Üçü de göz altından birbirlerine baktı. Aynı cümleler zihinlerinde dolaşmaya başladı. “Acaba beni de ararlar mı?” İşlerini kaybetme korkusu yüreklerde yer edindi. Geçen kış başında ülkenin yangın yerine dönen yerlerinde başlayan çatışmalardan dolayı bazı kent ve kasaba merkezleri ile köylerde yüzlerce okulda eğitim öğretim durdurulmuştu. Bardağı taşıran damla beşinci kattaki evinin salonundaki bir öğretmenin vurulması oldu. Bunun üzerine yaşananların son bulması talebiyle bir günlük iş bırakma eylemi yapmışlardı. Bunun ceremesini ödüyor olmalılardı. Şimdi sıra kendilerine mi gelmişti? Bu işler hep başkalarının başına gelirdi. Yaz sıcağıydı fakat gelen haber masadakilerin kafalarından kovayla buzlu su dökmüştü. Ağzından çıkacak sözcükler masadakilere çarpıp kırılacakmış endişesiyle “Ben, ben bir gidip bakayım” dedi.
Yaşamı boyunca yakasını bırakmamış dolaşık ip yumağı misali sorunlu ülkesinin yeni bir sorunuyla boğuşacağını düşünerek hızlı adımlarla öğretmenevinin bahçesinin kapısına yöneldi. Artık kendisini işsiz sayabilirdi. Birkaç gün önce açıklanan işsizler ordusuna kendisiyle beraber on bir bin bilmem kaç kişi daha katıldı. Demek ki kimsenin gözyaşına bakmıyorlar. Açıklamalarda demokrasi düşmanları, ihanet çeteleri, diş mihraklar tümceleri gazetelerde sekiz sütuna manşet oluyordu. Kendisi ne yapmıştı, ne ilgisi olabilirdi ki. Yok, yok bu işte bir yanlışlık olmalı… Demek ki sıra kendisine gelmiş. Ya peşinden eşini ararlarsa…
Bahçenin dışına çıktı minibüs beklemeye başladı. Kaç dakika oldu bekleyeli, gelmiyor. Gelse de tın tın dur kalk ne kadar zamanda gider? Şoförün acelesi yok, nasılsa onu telefonla çağıran da olmaz. Yoksa bir taksiye atlayıp gitsem mi? On beş lira taksi parası verip işsiz kaldığını öğrenmeye değer mi diye düşünerek vaz geçti. Gelen minibüse bindi önceden hazırladığı ücreti şoföre uzattı. Arka taraftan inen yolcunun yerine oturdu. Ağır ağır ilerleyen aracın aksine zihninden hızlıca onlarca fikir dolanıyordu. Biri gitmeden öteki gelip yerleşiyordu. Derken ödemek zorunda olduğu ev taksitleri aklına geldi. Maaşının neredeyse dörtte üçü ev taksitine gidiyordu. Kalanı fatura ödemelerine ancak yetiyor. Tek maaş sayılırlardı iki çocuk kendileri dört boğaz, nasıl dönecekti. Derhal yapacak bir iş bulmalıydı. Ya eşini de ararlarsa, peşinden onu da çağırırlarsa. Asıl o zaman ne yaparlardı? Taksitleri üç ay ödeyemezse ev gider. Eve mi üzülse, ödediklerinin boşa gitmesine mi, yoksa sudan çıkmış balık gibi işsiz kalışına mı? Olmaz. “Akla gelen başa gelir. Kötü düşünmemeliyim.” diyerek kendisini teselli etti.
Üniversite yılları canlandı aklında. Beyoğlu’nun arka sokaklarında yıllarca komilik, garsonluk yapmıştı. Gündüz okul geceleri iş, okuması kolay olmamıştı. Ailesine yük olmamak için erken yaşta aldığı ezilenlerin emek bilinci nedeniyle çalışmaktan hiç kaçmamıştı. Nasıl koşuştururdu okula gece işi arasında. Koca dört yıl nasıl geçti anlayamamıştı. Suya sabuna dokunmadan okulu bitirme telaşındaydı. Bir – iki kez öğrenci eylemlerine katılmıştı onun dışında sıradan yaşamıştı. Kendisini hep demokrat, demokrasiye inanan biri olarak görmüştü. Şimdi de muhalif diye bilinen sendikaya üyeydi. Herkes gibi birkaç iş bırakma eylemine katılmıştı. Demek ki bu nedenle işten atmışlardı. Ama eylemelere açıklanan sayıdan çok daha fazlası katılmıştı. Öyleyse daha çok kişi işten atılacak. Sendikal eylemler suç kapsamına alındıysa? Olmaz öyle şey. Kötü düşünmemeliydi. Aklına gelen insanın başına da gelirmiş. Ben ne yaptım ki, sıra bana gelmiş olamaz, bana dokunmazlar… Şimdi yapabilir miydi, yeniden eski koşturmacaya katlanabilir miydi? Artık Beyoğlu eskisi kadar canlı da değildi. Çalıştığı yerlerin bir kısmı kapanmıştı. İşsizlik esnafı da vuruyordu. İş artık aslanın ağzında değil, midesindeydi. Diyelim ki iş buldum, peki çocuklara kim, nasıl bakacak? Kendisi geceleri işe gitse; ya çocuklar, evi, eşi? Bekârken kolayda, şimdi yaşamak zor zanaat. Düşündükçe açmazları çoğalıyordu. Sırtı, koltuk altı sırılsıklam olmuş üstündeki penye adeta renk değiştirmişti. Yolculuk ne kadar uzun sürdü, bitmek bilmedi.
“Okulda inecek var.” sesini duyduğunda geldiğinin ayırdına vardı. İndi geri geri giden adımlarla okula doğru yürüdü. Bahçede karşılaştığı müstahdem kendisine anlamlı bakmıştı. Ya da kuruntu mu yapıyordu? Basbayağı anlamlı bakmıştı işte.
Müdürün kapısı açıldı, önde misafir arkasından müdür çıktı. Belli ki önemli biri kapıya kadar uğurladığına göre. Gayriihtiyarî ayağa kalktı, müdüre baktı; o misafiriyle ilgiliydi.
Dış kapıya kadar giden müdürün dönüşte gayet yavaş adımlarla koridordaki tuvalete girdiğini gördü. Çıksa da gelse ne diyecekse desin artık iç sesi öfkeye döndü.
Müdür geldi buyurun odama geçelim diyerek kendisi önden geçip koltuğuna kuruldu.
-“ Hocam hoş geldiniz, umarım iyisinizdir; telefonda söyleyemedim.”
Tabi söyleyemezsin. Nasılsa sırtınızı iktidara dayadınız devran sizin devranınız. Gülün çalın oynayın. Söyleyememişmiş. Söyleseydin. İki kelime. İşten atıldın, açığa alındın, ihraç edildin diye. Üzülmüş gibi yapacağına telefonda söyleseydin. Yüzüme söyleyip zevkini tadacaksın değil mi? Müdürün sesini tekrar duyduğunda
-“ Telefonda da söylediğim gibi bakanlıktan aradılar.”
Ararlar canım niye aramasınlar bayram üstü işsiz kaldığımızı, örgütlü davranıp iş bıraktığımızı, artık öğretmenlik yapamayacağımızı acilen bildirmeleri gerekiyordu. Hanları hamamları götürdük. Devleti zora soktuk. Biz neler yaptık neler. Sizin haberiniz yok. Hatta öğrenciyken YÖK’ü protesto ettik, coplarınız da kafamızda kırılmış, devlet malına zarar vermiştik. Bir daha da cesaret edip eylemlere katılamamıştım. Ah akılsız kafam ah bilseydim işten atacaklarını ben de diğerleri gibi her eyleme katılırdım.” “ Susma sustukça sıra sana gelecek” dediklerinde çoğu kez gülüyorduk. İşte sıra bize gelmiş, bizim haberimiz yok. Gün bu gün ararlar canım ebette ki ararlar. Bakanlıktan armışlar, çok mu acilmiş? Yahu yarın bayram. Bari bayramın geçmesini bekleseydiniz. Öyle ya maaşlara bloke koyacaklar ki parasız kalarak devlete karşı gelmek neymiş anlayalım, aklımız başımıza gelsin. Tam kurban zamanı, bizden iyi kurban olur mu? On bir bin bilmem kaç kurban.
“ Hocam size daha önce de söylediğim gibi şu iki öğrenci vardı ya ben torpilli öğrenci istemem, kim olursa olsun yeter ki çocuk olsun diyerek karşı çıkmıştınız. Bugün onlar için bakanlıktan aradılar sizin sınıfınıza vermemi emrettiler” tümcesinden sonra müdür iyice geriye yaslanıp, ben kazandım havasına girdi.
Söylenenleri zihninde yerli yerine oturttuğunda sırtından boşalan sıcak terlerin yerini serin bir dağ esintisi aldı. Bu rahatlama mı yoksa elden kayıp gidene yeniden kavuşmanın sevinci mi? Tekrar et tümceni desem, yanlış mı anladım desem, işten atılmadım mı diye sorsam? Yoksa telefonda niye söylemedin ulan diye bağırsam? Müdürün yüzündeki kirli çember sakal bir top karasinek gibi uçuşmaya başladı. Kendisi de arkasında kayboldu. Koltukta anlamsız birtakım devinimler görüyordu. Kendisini toparladığında müdürün gözlerini kendisine dikerek otuz iki dişini sergilercesine yanıt beklediğini gördü.
“Tamam mı?” Sorusuna.
Başıyla evet dedi. İçinden de yani müdür ben sana şimdi ne desem ki. Alsam elime meşe palamudundan kalınca bir sopayı paralasam üstünde, döve döve yerlere paspas etsem haksız olur muyum? Senin ettiğin işin ben ….
Turan FIRAT