Samsun’da gün ışımadan başlayan ve gecesinde Bursa’da mola verip otelde kaldığımız uzun bir yolculuğun ikinci gününde Çanakkale-Geyikli’ye vardık. Çanakkale’den Bozcaada’ya geçmek için Geyikli Feribot iskelesinde hareket saatini beklemeye başladık. Yaz aylarındaki arabalı vapur kuyruğu yoktu. Yazları gelip birkaç gün kalıp tatil yaptığımız; kalabalık ve pahalı olan bu ada, benim için pek bir şey ifade etmiyordu. Bu kez yazın değil sonbaharda; tatile değil, rahatsızlanan amcamı görmeye geliyorduk.
Üç gün önce kaymakam bey amcamın eski eşi Cansın teyzeye telefonla ulaşmış. Mithat amcamın durumunun iyi olmadığını, kimseyle görüşmediğini işe gitmediğini, yardıma ihtiyacı olduğunu iletmiş. Teyzem de babamı aramış. Teyzem babama; oğlu Yiğit’i bırakacak kimsesinin olmadığını, Mithat’ın yanına gidip destek olamayacağını, üstelik Yiğit’le giderse de çocuğun babasını sinirleri bozuk şekilde görmesinden kötü etkilenebileceğini söylemiş. Babam da amcamı arayıp konuşmuş. Amcam babama “lütfen gelin taşınmak istiyorum” demiş. Olayın bana anlatılan kısmı buydu. Belki de hepsi bu değildir, bilemiyorum. Yiğit benden yedi yaş küçük kuzenim. Aslında Manisa’da anneannesiyle beraber kalıyor. Yiğit’e onlar bakabilirdi. Teyzem de eski kocasının yanına giderdi. Neden biz gidiyoruz anlamadım.
Hareket vakti gelince bekleyen araba sırası olmadığı için hemen araçla feribota bindik. Feribottayken babam doktor olan anneme sürekli amcamın düzelip düzelmeyeceğini soruyordu : “Sence toparlar mı hanım” sözünü babam feribot Bozcaada iskelesine yanaşana kadar tekrarlayıp durdu.
Babam Samsun’da bir hastanede genel cerrah olarak çalışıyordu. İnsanları kesip biçmenin hangi amaç uğruna olursa olsun büyük bir ruhsuzluk olmadan yapılabileceğine hiç inanmadım. Çoğu zaman babamın da duygularının olmadığını, içinde et ve kemik değil bir metal yığını olduğunu düşünürdüm. Amcam Bozcaada’nın sağlık biriminin sorumlu doktoruydu. Ada’ya yerleşeli on seneden fazla olmuştu, yazları yoğun çalışırdı “Ada’nın yazı turiste kışı yerlisine iyidir” derdi ve “Kışın çok rahat ediyorum” diye eklerdi. Amcam babamın aksine duygusal, hassas ve sanki biraz da içine kapanık bir adamdı. Bir kere evlenmişti. Bu evliliğinden şimdi on yaşlarında olan çocuğu Yiğit olmuştu. Anneme göre amcamın eşi Cansın teyze adaya ancak üç sene dayanabilmişti. Çocuk olunca da amcamı ve adayı bırakıp kendi ailesinin yanına Manisa’ya dönmüştü.
Lodos’un etkisiyle biraz hızlı yanaşmıştık iskeleye. Görevlilerin işareti ile arabalar çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Sağımızdan ve solumuzdan yayalar geçip gidiyor gemiyi terk ediyorlardı. Babam arabayı usta manevralarla feribottan indirdi. Arabamız iskeleden çıkıp soldaki belediye binası ve sağdaki polis karakolunun arasından geçti. Yavaşça çınar altındaki meydana doğru ilerliyorduk, içimi garip bir his kaplamıştı. Amca’mın nesi vardı? Bana sadece sinirlerinin bozuk olduğunu diyorlardı. Annem ve babamın endişeli haliyse durumun bundan fazlası olduğunu gösteriyordu. Amcamın durumunu merak ettiğimi fark ettim: Hasta ve yalnız olmak nasıl bir histi? İnsanın eski eşi hastalanırsa onu görmeye gitmez miydi? Evlilik nedir? Boşanmak nedir soruları beynimde dolaşıyordu.
Ben bu sorularla uğraşırken meydandaki çınarın oraya gelmiştik birkaç adalı ve çokça karga çınarın altındaydı. İnsanların neşeyle koşturduğu, alışveriş yaptığı, seslerinin gülüşlerinin duyulduğu sokaklar adeta kargaların olmuştu. Hüzünlü bir görüntüydü bu benim için. Kafelerin çoğu kapalıydı, açık olanlardaysa adanın yerlisi birkaç kişi çay içip somurtarak oturuyordu. Yukarı doğru, Rum Mahallesi tarafını sırtımıza alarak Ayazma yolu üzerindeki amcamın bağ evine doğru ilerlemeye devam ettik. Her zamanki neşeli ada yerini sapsarı bir hüzne bırakmıştı ki karşılaşacağımız durumun sanki hazırlık videosunu izlemiştik.
Beş dakikalık bir yolculuğun ardından büyük bir bağın içinde ancak iki konteyner boyutunda olan amcamın evi belirdi. Amcam geleceğimizi biliyordu vapur saatleri de sonbahar dönemi sabah ve akşam olmak üzere iki sefer üzerineydi. Vapur iskelesinde bizi karşılamamıştı ama bağın içinde bekler diye düşünmüştüm. Demek ki dışarı çıkacak kadar gücü yok, dedim kendi kendime. Arabayla bağın içindeki yoldan evin önüne geldik. Normalde üzümler toplanıp sıkıma giderdi ama hepsi dallarda çürümüştü. Arabadan inerken babamın yüzüne baktığımda yüzünde tedirginlikten öte korku gördüm.
Önde babam arkada annem en arkada da ben içeri girdik. Amcam siyah bir eşofman takımı giymiş 2 göz evin ortasında yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Önünde halının üstünde karakalem çizdiği birçok yarım kalmış eskiz vardı. Bakımsız duruyordu, sakalı çok uzamıştı ve gözleri anlamsız bir şekilde çizdiği şeylerdeydi. Annem ve ben amcamın bu derbeder görüntüsüyle donakalmıştık. Babam “Mithat biz geldik ağabeycim nasılsın” deyince amcam kafasını kaldırdı “ sağ olun hoşgeldiniz, taşınıyorum da hazır gelmişken yardım edersiniz” dedi. Bir sarılma tokalaşma ya da yakın bir diyalog olmadı. Sanki amcamın ağzı ve göz kapağı dışında hiçbir yeri bir daha oynayamayacaktı ve acaba rahatsızlığı bu mu “yoksa bir daha hareket edemeyecek mi?” diye düşündüm.
Ev dağınık, hatta pislik içindeydi. Amcam 10 gündür işe gitmiyordu ve kaymakam beyin söylediğine göre eve gelen diğer doktor arkadaşlarını bile kovuyordu. Eşinden ayrıldığında çok sevdiği çocuğunu ara ara görmek zorunda kaldığı dönemde bile hiç etkilenmemiş gözüken adam bir anda tüm dünyayla ilişkisini kesmiş ve hayata kapılarını kapamıştı. Adalılar sağlık hizmeti bekliyordu, amcamdan haber almak istiyorlardı. Zaten yazın olsa mümkün değil adadaki sağlık sistemi dönmezdi. Nüfusu bir anda beş yüz kişiden, on beş bine gelen ada bütün gün poliklinik yapan doktorun olmamasından etkilenirdi elbet ama şimdi adalılar on senedir bağırlarına bastıkları evlerine aldıkları çoluk çocuklarını eşlerini emanet ettikleri doktora ne olduğunu merak ediyorlar ve sabırla iyi olmasını bekliyorlardı.
Küçük odada alçak kanepelerin üzerinde oturuyorduk. Amcam yerde bağdaş kurmuştu. Uzun bir süre O’nu izledikten sonra.“Mithat’ım ne oldu sorun ne, neden taşınmak istiyorsun” diye sordu babam, uzun bir sessizliği bozarak.
Amcam “bir gerekçe yok abi taşıncam oğluma yakın olcam Manisa da bir ev tutcam Bozcaada’dan taşıncam hepsi bu” dedi ve aynı donuk mimikleriyle başı önde kurduğu bağdaşın içinde kaybolmaya devam etti. Sanki bir acısı vardı da kurtulması imkânsızdı. Sanki yok olmak istiyordu da beceremiyordu. Sanki her yeni güne ayrı bir acıyla uyanıyordu da konuşmak istemiyordu. Annem “ben bir şeyler hazırlayayım yemek için ” dedi. Salonla bitişik açık mutfağa doğru baktı, gitti buzdolabını açtı. Bir şeyler olmadığını görünce “ben alışverişe gidicem” dedi ve arabaya doğru evden çıktı. Şimdi evde babam ben ve amcam kalmıştık. Yalnız belki daha iyi konuşurlar diye bahçeye çıktım. Hava kararmaya başlamıştı. Bahçede kesif bir sirke kokusu vardı, koku dallardan toplanmamış çürümüş çavuş üzümlerinden geliyordu. Babama o kadar güveniyordum ki; baş başa amcamla konuştuklarında amcamın iyileşeceğini düşünüyordum. Bahçeden eve girdiğimde her şey düzelmiş olacaktı sanki. Annem on beş dakika sonra tekrar bağ evinin bahçesinde belirdi; arabayla gitmiş bir şeyler almış geri dönmüştü. Bahçe ışıklarının arasındaki tedirgin yüzlerimiz karşılaştı. ”İyisin demi yavrum” dedi. ”İyiyim anne” dedim. “Ben yemek yapıcam birazdan yeriz meraklanma her şey iyi olacak” dedi annem.
Ben biraz daha bahçede gezmek istedim. Camdan annemin mutfakta bir şeyler hazırladığını görüyordum. Ne olduysa o sırada oldu. Bahçenin sulamasının kaynağındaki çamurlu yere basmıştım ve ayağım kayıp yere düşmüştüm; elim üstüm başım batmıştı. Saçlarım vıcık vıcık çamur olmuştu. Allahtan kafamı vurmamıştım. İçeri doğru hızla ilerledim. Amcam babamla konuşuyor, annem yemek yapıyordu. Amca ben banyoya gidicem; diyerek odanın ucundaki banyoya doğru ilerledim. Temiz eşyalarım olmadığını fark ettim. Aslında kimsenin umurunda değildim. Anne eşyalarımız arabada demi, diye kendi kendime söylendim. Bahçeye çıkıp arabadan banyo sonrası giymek için temiz eşyalar aldım ve yanımda tekrar eve girdim. İçeri tekrar girdiğimde yemek kokusu odayı sarmıştı. Babam ve amcam hala konuşuyordu. Hızlıca küçük banyoya girdim, duş aldım çıktım. Saçlarımı havluyla kurulamaya üşenerek kanepeye oturdum. Tam o sırada amcam beni gördü ve inanılmaz bir çığlık attı. Bittiğini düşünürken çığlık gittikçe uzadı, uzadı. Amcam nefesini yeniden alıp bağırıyordu. Hepimiz korku ve şaşkınlık içindeydik. Babamın amcamı sakinleştirebilmesi yaklaşık on beş dakikalık zorlu bir uğraşın sonunda oldu. Ve sonunda ortamda sükûnet oluşunca, babam amcama beni görünce neden bağırdığını sordu:
“Ne oldu Mithat, ne oldu? Neden bağırdın” dedi?
Mithat amcam o zaman doğruldu ve anlatmaya başladı:
“ Haziran sonuydu, ambulansla bir vaka geldi. Ayazma plajında bir boğulma olmuştu. Dokuz yaşında bir çocuk, dediler telsizden. Korku ve üzüntü ile ambulansın çocuğu getirmesini bekledik. Çocuk uzun bir süre suda boğulmuş şekilde kalmıştı. Bizimkilere yaklaşık on beş dakika sonra kıyıya çıkartarak teslim etmişler. Bizim arkadaşlar entübe etmiş, yeniden canlandırma işlemlerine başlamışlar ama çocuk dönmemiş, ıslak saçları mayosuyla ambulansla o şekilde vefat etmiş halde, sedyeyle bizim birime getirildi, biz de burada yaklaşık bir saat geri döndürmek için uğraştık ama olmadı. O an gözümün önüne kendi çocuğum geldi. Islak saçlarıyla her denizden çıkışı geldi.
Çocuğun anne babası sürekli benden oğullarını canlandırmamı beklediler. Olmadı dönmedi çok geçti artık ve anne babaya da vefat haberini vermek, dokuz yaşında çocuklarının artık olmadığını söylemek bana kalmıştı. Ölümcül bir acıydı. Kendime gelemiyorum artık abi. İlk zamanlar bu mesleğin kaderinde bu var dedim, yatıştırdım kendimi. Ağustosun sonuna doğru artık geceleri uyuyamaz olmuştum. Sürekli anne babanın ölmüş çocuklarının bedenini koklayışları sarılışları, bağırışları, onu sanki uyandırmaya çalışıyor gibi yapmaları gözümün önünde. Sonra koridorların içinde feryatlar figanlar ağlamalar, inanılmaz bir şekilde her an kulaklarımın içinde ve görüntüler gözümün önünde. Son birkaç aydır daha da artıyor hiçbir şey yapamıyorum. İşe gidemiyorum, hasta bakamıyorum hatta insanları da görmek istemiyorum. Kaymakam bey aradı açıp konuşamadım. Eve gelen arkadaşlara kapıya çıkamadım. Kendimi de suçlu hissediyorum. Sanki kurtulabilirdi ben beceremedim gibi geliyor. Böyle olmadığını da biliyorum ama bilgi duyguları değiştirmiyor işte. Bilgi acıları yatıştırmıyor. Ne yapıyor o anne baba merak ediyorum. Telefonları var bende, arasam mı diyorum, ne diyecekler ne yapacaklar bilemediğimden cesaret edemiyorum. Psikiyatriden destek alıyorum terapiler ilaçlar… Hiçbirisi işe yaramıyor. Ne çocuğun ıslak saçlarıyla cansız bedeni, ne anne babanın acıyla, çırpınışları gözümün önünden gitmiyor. Belki bu adadan taşınırsam iyi gelecek ve belki başka bir iş yapmalıyım abi. Mert’i de öyle ıslak saçlarla görünce birden tekrar çocuğun getirildiği anın içine düştüm, kendimi kaybettim”
Babam da ben de annem de ne bir teselli verecek ne bir çözüm sunacak ne de konuşacak gücü kendimizde bulabiliyorduk. Amcamın taşınma isteğini yerine getirmek ne kadar mantıklıydı, insan kendinden taşınabilir miydi? Ben bunu düşünürken annem tabakları hazırlamak ve pişmek üzere olan yemeği koymak için doğruldu. Babam bu hamleden cesaretle “Mithat kaç gündür boğazından bir şeyler geçmemiş belli, önce bir yemek yiyelim seninle bu konuyu yemekten sonra uzun uzun konuşacağız. Kararına saygımız var destek de oluruz. Nihai kararın taşınmaksa yarın beraber ayrılırız adadan, eşya işlerini falan merak etme ben hallederim” dedi. Annem de halının üzerine oturduğumuz yere bir sofra bezi serdi. Amcam bize inanmak isteyen gözlerle sofra bezini bacaklarının üstüne doğru çekti.