18 yüzyıl, Kant’ın akla yüklediği misyona atıfla, Aydınlanma Çağı
olarak hafızamızda artık bir olgu olarak yer almıştır. Hatta bazı
felsefeciler 18.yüzyılı Kant yüzyılı olarak ta adlandırır. Napolyon para,
Marx sınıf, Hegel tarih, Kant ise akıl demiştir. Tarihsel hafızamızda yer
edinmiş bunlara benzer meta imgelerle hala içinde bulunduğumuz
zamanı/çağı anlama derdindeyiz. Klişe deyiş ile, söylenen söylenmiş
midir acaba?
Sözün biraz etrafından dolandığımın farkındayım ama konu geçmişin
pratiğinden azade değil.Şimdinin hakikatini bilmek için tarih hala en
uygun referanstır.
Kant’a göre bireyin özgür olma eyleminde araçtan çok amaç ön
plandadır. Bu araçlaştırma kavramını liberalizm için de kullanır. Bir
taraftan insanı araç olarak kullanan kapitalizm, diğer taraftan da
amacı yaşamak olan emekçinin bu araçsallaştırmaya kendi rızası ile
katılması var. Hatta Kant bu uzlaşmayı ‘’harika buluşma’’ olarak
nitelendirir.(1) Kant’ın icat ettiği bu ‘’harika buluşma’’ ileride başka
örneklerle de açıklayacağımız, iktidarın tarihsel süreç içinde statüko
oluşturma ve onu meşrulaştırmasından başka bir şey değildir.
Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev adlı ünlü
eserinde, köleliğe alışmanın, insanın köle olduğunu unutmasına yol
açtığı belirtir. Bunun nedeni, insanların mutsuz olduklarını
‘’unutmaları’’ değil, bu umutsuzluğa çaresiz kader diye, hatta
herkesin eninde sonunda varacağı hayat tarzı diye katlanmalarıdır.
Kölelik, köleleştirilenlerin hayal gücünde, ancak üzüntü duygusunu
kölelik fikrinden koparabildiği takdirde başarılı olur zira kölelik fikri
açıkça bilinç düzeyine çıktığı zaman, isyan tasarıları doğurabilir
pekala.(2)
Çok önemli bulduğum bu tespiti, yani statükoyu muhafaza etme
stratejisi olan ‘’realiteyi bilinç düzeyinden uzaklaştırma’’, soyutlama
fikri üzerinde biraz duralım. Daha doğrusu şöyle bir soru ile devam
edelim; İktidar statükoyu kalıcı/meşrulaştırma hale getirmek için
hangi yöntemleri kullanır?
Bu sorunun yanıtını vermek için Frederic Lordon’un Kapitalizm Arzu
ve Kölelik adlı çalışmasında ortaya koyduğu Spinoza ile Marx
karşılaştırmasının çok ilginç olduğunu düşünüyorum. Spinoza
Marx’tan çok önce yaşasa da ‘’ücretli emek’’ konusunda işçinin
üretme eylemini yaşamda kalma duygusuyla açıklar. Lordon’a göre
bu konuda Spinoza Marx’ı tamamlar.Motoru döndüren arzu,
kapitalzmin işçide normalleştirdiği hayatın devamı için aralıksız
üretme duygusudur.Marx ta ücretli emekçilerin açlıktan ölmemek için
tüketimden aldıkları zevkten ve yabancılaşmadan söz eder.Lordon bu
konuda şöyle der; Toplumsal hayat, kolektif güçlü duygulara dayalı
hayatın bir başka adıdır yalnızca. Şüphesiz aralarında muazzam
farklar bulunan ama ilk nedeni hep duygular ve arzuya dayalı güçler
olan kurumsal teşekküller kılığına bürünür bu hayat. Gelgelelim bu
teşekküllerin son derece yapılanmış olduğunu kabul etmek, ücretli
emek meselesini duygular aracılığıyla yeniden ele almaya ve böylece
sermaye sahibi az sayıda bireyin çok sayıda çalışanı kendileri hesabına
nasıl olup da çalıştırabildiğini ve bunu ne tür harekete geçirme
düzenleriyle yaptığını yeniden sormaya mani olmaz; ayrıca bu durum,
birbirlerinden çok farklı şu olguları bir araya getirme imkânı da
sunabilir. Ücretli emekçiler açlıktan ölmemek için işe gider.
Tüketimden aldıkları zevk, çalışmanın verdiği zahmetleri bir ölçüde
telafi eder. Kimileri hayatını işte harcar ve bunu kendisi için adeta
yararlı bulur. Kimileri ise kendilerini şirketlerin büyümesine adayarak
işlerindeki coşkuyu bunun üzerinden açığa vururlar.(3)
Burada Spinoza ve Marx’ı toplumsal pratikte ortak bir teoride
birleştiren ‘’kolektif duygunun bireyi bilinçten soyutlamak’’
olduğunu söylemeleri tarihsel bir kırılmadır. Bu kırılma 19.yüzyıldan
sonra iktidarın ürettiği ulus romantizminin kitleler üzerindeki aşkın
etkisinden de görmek mümkün. Zira Aydınlanma sonrası Alman
idealizmin parçalanmasının insanlık için en vahim sonucu iki dünya
savaşına yol açan ulus romantizmi değil miydi? Bu konuda ‘o’ ünlü
deyişi değiştirerek söylüyorum;’’bütün kötülüklerin anası politik
amaçlar ekseninde bireyin eylemini bilinçten duyguya indirgemektir.
Duygu şiirde gerçekleşmelidir.
İşte burada şu çıkarımı yapıyorum; İktidar eylemini meşrulaştıran en
büyük güç bilincin duyguya evrilmesidir.Tekrarı olacak ama,iktidar
dilinin kitleleri topyekün kötülüğe sürüklediği en dramatik pratik
Nazilerin Yahudi soykırımıdır.Bu konuda Aydınlanma eleştirmenlerin
Alman toplumunu referansla aldıkları düşünce akımı ise ulus
romantizmidir.Hannah Arendt da kötülüğün kaynaklarını o iflah olmaz
ulus romantizminde arar.
Romantizmin kültürel bir hareketten çıkıp politikleşmesi 19.asrın
tradejisidir.Hasan Aksakal’in deyişiyle ulus romantizmi daha sonra
faşizmi doğurmuştur.Hasan Aksakal 2010 yılında yayınlanan
‘’Aydınlanma Çağından,Karanlık Yüzyıla Politik Romantizm ve
Modernite Eleştirileri’’ adlı tezinde İlber Ortaylı’dan bir anekdot
aktarır;Ortaylı katıldığı bir oturumda,sorulan bir soru
üzerine,’’Modern Avrupa’yı Almanlar yapmıştır ve Almanlar yıkmıştır’’
demiştir.
Evet,çizdiğimiz perspektiften hareketle,tahakkümün romantizmin
marifetiyle toplumsal dokuya nüfuz edilmesinin laboratuarı Alman
Nazi aklı olmuştur.Bu konunda merak edenler için 1956 yapımı
yönetmen Alain Resnais’in 32 dakikalık belgesel Gece ve Sis filmini
öneriyorum.O filmde, tahakkümün nasıl bir insan kıyımının
şantiyesine dönüştürüldüğünü göreceksiniz..
(1).Kant.Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi.Çev. İonna Kuçuradi.
(2). Lordon.Kapitalizm Arzu ve Kölelik.Metis.Y
(3). Lordon.Kapitalizm Arzu ve Kölelik.Metis.Y