“Sımsıcak bir düzlükte sırtlanın uzaktan vuruluşunu görmek, daha da eğlenceliydi… Klasik bir sırtlanın koşarken uzaktan vurulmuşsa öfkeyle dönerek bağırsaklarını ortaya çıkarana dek kendini parçalaması… Hayvan, bağırsaklarını çıkardıktan sonra, durup bunları tadına vara vara yerdi”.
Ernest Hemingway (Afrika’nın Yeşil Tepeleri)
Dağların arasından nazlı nazlı yükselen güneşin ışıkları gölün üstündeki yabani otları ve kıyıdaki sazları yakmaya başlamıştı. Avcılar ganimetlerle çoktan evlerine dönmüş, dağ hayvanları inlerine çekilmişlerdi. Kaf Dağı’nın da ötesinden gelen kuş sesleri dağların yamacına çarparak gölün yüzeyinde bir eko oluşturmuşlardı, dinledi. Geçmişten bugüne, bugünden geleceğe akan Eko’yu anımsamaya çalıştı. Bir şey hatırlayamadı.
Hafif bir rüzgar kıyının sert kumunu kamçılıyor, güneşin yadsınmaz şavkı sıra sıra dizilmiş kayaları kızıl renge dönüştürüyordu. Her şey her şeyin içinde ve her şey her şeyin dışında birbirine gömülmüştü. Önüne serilen doğanın tepesinde dimdik ayaktaydı. Sınır tanımayan keskin bakışları suyu delip geçti uzandı zamana. Bir kartpostala bakar gibi bitki ve hayvanları kullarını seyreder gibi seyretti. Yarattığı bu göl yaşamı ne kadar da güzeldi.
İskeleye demirli fiber teknenin uzunluğu yirmi beş metreydi. Bu sahilde demirleyen en gösterişli tekne ona aitti. Çevik bir hareketle teknenin vardevalasından güç alıp iki bacağını birden ipin üstünden havalandırıp nazikçe güverteye atladı. Bu kadar atletik olduğu için kendini o kadar beğeniyordu ki. Benzin deposu doluydu, sonar çalışıyordu. Geminin kaptanı olmanın dayanılmaz kibrini tüm hücrelerinde hissetti. Kendini beğenmekte haksız mıydı yani? Havuzluğun üstündeki tenteyi kapattı. Konukların ıslak minderde oturmalarını istemezdi. Her şey mükemmel olmalıydı. Hafif hafif sallanan teknenin içinde çakı gibi duruyordu. Hakimiyeti altındaki göle baktı, doğayı izledi. Bir horoz gibi kabardı tüyleri. Sonra arkasını dönüp eserine baktı. Göl evi bu açıdan da muhteşem yükseliyordu.
Salona adım attığında Nergis mutfaktaydı. Kanepenin üzerine hoplayıp ayaklarını uzattı. Dinlenmek onun da hakkıydı. Cumartesi olmasına rağmen yarım gün de olsa işe gitmişti ne de olsa.
-Gene telefonda mısın?
-Hayır.
Karısı mutfak kapısından başını içeri doğru uzatınca onu gördü. Adam hemen telefonu elinden bıraktı.
-Instagram’da Ukraynalı kızları nüfusuna aldığın yetmedi, şimdi de sıra Rus kızlarına mı geldi?
-Ha ha haa!
-Neden böyle bir şey yapıyorsun?
-Paylaşımları güzel oluyor. Unutma, ben bir mimarım. Ha ha ha.
Her zamanki gibi karısının üstüne giderek:
-Sen bana güvenmiyor musun yoksa?
-Gel bana yarım et. İçki için buz çıkar falan.
-Aaa hafta sonu bile çalıştım ben. Sana da yaranılmıyor yani. Hiç anlayışlı olamaz mısın sen ya?
Efe içeri girdi:
-Gene mi kavga ediyorsunuz?
-Yok yavrum, diyerek araya girdi Nergis. Konuşuyorduk babanla, diyerek oğlunun tepesindeki saçları karıştırarak sevdi. Efe’nin yanında tartışmayalım dese de böyle olduğu zaman kocası onu sinirlendiriyor, Nergis de kendini tutamayıp sesini yükseltiyordu.
Kuruyemişleri hazırlarken dışarıdaki göl manzarasını seyrediyordu. Gençliğinde hep böyle manzaralı bir evi olsun istemişti. Gerçi başka şeyler de istemişti ama neyse… Birazdan misafirler gelecek…
-Ben duş alıp giyineceğim.
Kim gelirse gelsin evi eşi gezdirirdi. Ayrıca misafirler bütün katları en ince detayına kadar incelemek zorundaydılar.” Oo, bayıldım” demeleri gerekecekti. Bay Suret pohpohlanmadan turu bitirmezdi.
-Harika bir eviniz var. Şekerim kocan en ince detayına kadar her şeyi düşünmüş.
-Ah öyledir o. Hem de her konuda…
Yoksa şöyle mi deseydi:
-Takıntı derecesinde hassastır. Hatta, hastanın tekidir.
-Kimin fikri ayol bu dresuarı buraya koymak? Bayıldım.
-Ben mi? Yok canım. Ben ne anlarım, kocam bilir.
Ara sıra söze girip atmosferi bozduğu da olurdu Nergis’in. Abartıdan hiçbir zaman hoşlanmamıştı ki. Evet, snop bir adamla evlenmişti bu doğruydu ama ilk başta ne olduğunu anlamamıştı ki. Aşık olmuştu. Off çok da narindi. İri erkekler silik kadınlardan hoşlanırdı, varlığı üfleseniz uçup gidecek cinsten kadınlar…
-Bizim oğlan da baba mesleğine devam edecek, tıp istiyor dedi arkadaşı.
-Efe ekonomi okuyacak, dedi Nergis.
-Mimar olacak benim oğlum. O kadar, diyerek sözünü kesmeseydi keşke. Tokat gibi gelmişti yorumu. Kocası hep böyle ansızın vurucu bir söz söylerdi. Hem de yabancıların yanında… Onu kırıcı biz söz, oğlunu kırıcı biz söz. Aksi taktirde beş kuruş vermeyecekti oğlunun eğitimine.
-Önümüzdeki ay bir hafta sonu kaçamağı yapacağız. Napoli’ye gidiyoruz da. Malum sevgililer günü.
-Yaa, sevgiler gününde biz hiçbir yere gitmedik henüz, diyerek lafa girdi Nergis.
-Ama sen de hep aynı konuları açıyorsun,
-Hala bekliyorum da ondan, diyerek soğuk bir rüzgar estirdi.
Yemek için karşı sahildeki bir restorana gittiler. Bay Suret en önden tekneye atladı ve elini uzatıp tek tek herkesi tekneye aldı. Dümene geçip arkasına baktı ve kasılarak yan yan gülümsedi. “İşte evim ve önünde gölüm, içinde benim balıklarım ve balıklarımın etrafında yüzen yosunlarım, ileride Kaf Dağı’ndan gelecek kuşlarım. Buyurun, hoş geldiniz dünyama!” der gibiydi.
Dümen başında olmak onun en çok keyif aldığı şeylerden biriydi. Kim ne yapıyor, arkada biri göle mi düştü falan hiçbir şeyle ilgilenmezdi. Kontrol ondaydı, diğerleri ise onun arkasından bön bön bakıyorlardı. Restorana çıktılar.
-İyi ki geldik. Buranın ambiyansı çok güzel! Dedi misafirlerden biri.
-Gerçekten de. Evde kalacak olsak peynir ekmeğe talim etmek zorunda kalabilirdik, diyerek cevap verdi Bay Suret.
Misafirler sorgulayan gözlerle bakarken Nergis başını öne eğmişti.
-Geçen ay misafir çağırmıştık. Öyle bir hata yaptı ki. Sağ olsun karım diye söylemiyorum, ana yemeği yaktı… Ha ha ha. Komik değil mi? Et ve bütün sebzeler kömür gibi olmuştu. Düşünebiliyor musunuz?
Herkes şaşırmıştı.
-Bozulma hemen. Doğru değil mi ama? Diyerek çıkıştı karısına.
Nergis konuşmuyordu.
-En azından peynir ekmek yemek zorunda kalmadık bu sefer. Ha ha ha, diyerek güldü.
Masa derin bir sessizliğe gömülmüştü.
-Sadece şaka yaptım. Ne kadar da alıngansın, dedi kocası.
Misafirleri yolcu ettiler. Nergis’in suratı asıktı… İnsanların arasında beni rezil ettin diyerek söyleniyordu.
-Tamam suratını as sen, konuşma! Zaten beni anlamanı beklemiyorum, dedi Bay Suret.
Adam bir koşu tekneye geçip halatları kontrol edecekti. Ayrıldılar.
Güneş batarken yer ve gök suyun yüzeyinde gri renkli bir sis yumağına evrilmiş, rüzgâr hızını artırmıştı. Kuşlar yuvalarına dönmüş, yaban hayvanlar inlerinden çıkıp dağdan inmeye başlamışlardı. İskeleye gelince omuzluktaki halata baktı, söküp tekrar sıkıca bağladı. Sonra baş tarafa geçip oradaki halatı kontrol etmek için dizleri üzerinde eğildi.
Bay Suret eğilmiş suya bakarken dağların arasından sızan ip gibi bir ışık suyun üzerinde dalgalanarak ona doğru yüzdü. Birden etraf parladı. Göle doğru genişlediğini hissetti. Suda yansıyan suretini görünce önce şaşırdı, sonra hayranlıkla kendini seyre daldı. Birden aydınlanan Bay Suret, suretine âşık olmuştu. Off ne kadar da yakışıklıydı! Kim olsa kapılırdı bu surete! Suya doğru biraz daha başını eğdi. Şimdi, inci gibi parlayan dişlerini görebiliyordu. Olacak şey değildi ama adam bir anda aşka düşmüştü.
Gölün dibindeki yeşillik onun yosunuydu, dalgaların üstündeki yakamozun sahibi oydu, her şey oydu, ona aitti ve birden gövdesini saran fulyaları fark etti. Bu kadar yakışıklı bir adama âşık olmamak mümkün müydü? Efendi O’ydu. O’nun suretinden başka bir şey yoktu ki. Yaşamında ilk defa, evet ilk defa gerçekten âşık olmuştu. Arkasında birçok üzgün ve kalbi kırık kız bırakmıştı… Olmaz artık diye düşünüyordu oysa. Bunca zamandan sonra gerçek aşkı bulmuştu. Artık hiç bir şeyin anlamı yoktu… Göldü, göldeki balıktı, gölün dibindeki yosunun yeşiliydi. Yaşamak mı? Hepsi koca bir yalandı, dünya sanaldı. Göğsünün üstünde sevgiyle onu sarıp sarmalayan Nergis’i fark etti. Ortasındaki güneş gibi sarı yapraklar ve onları çevreleyen beyaz taç yapraklar gördü. Tam bulunduğu yere kök salarak mis kokulu bir nergise dönüşmüştü.