Gece iyice çökmüş, evlerin ışıkları sönmüştü. Dışarı çıkıp biraz yürüyüş yapmaya karar vermiştim ama bundan önce dolunayın ışığı altında balkonda esen rüzgarı dinliyordum. Ağaçlar kuvvetli bir şekilde hışırdıyordu. Bir süre sonra balkondan odama geçtiğim sırada malikanenin dış kapısının tıklatıldığını duydum. Kuvvetli olan bu vurma sesi anında ürpermeme sebep olmuştu. Kimsenin bu saatte buraya geleceğini sanmıyordum. Odanın çıkışına gidip aşağı kata inmek için büyük merdivenlere ilerledim. Malikanenin duvarlarındaki manzara resimlerden gözlerimi alıp büyük dış kapıya kafamı çevirdim. Loş ışıklar altında kapıya ilerlerken kimin geldiğini merak ediyordum. Kapıyı açınca karşımda kimsenin olmaması ile kaşlarım çatıldı. Etrafı ağaçlarla çevrili kapkaranlık yol ve ilerideki taş köprü dışında başka hiçbir şey yoktu. Yanlış duyduğumu düşünerek kapıyı kapattım ve arkamı döndüm, o an karşımda beliren bir şey ile kalakaldımn anında gözlerimi kapadım. Nefes nefese az önce gördüğüm şeyin olduğu yere baktım ama şimdi kimseyi göremiyor olmak daha da korkmama sebep olmuştu. Koşar adım merdivenlere ilerledim ve ikişer ikişer çıktım. Odaya girip, kapıyı arkamdan kapatıp kilitledim. Saniyeler sonra balkonda birini görür gibi oldum. Balkon kapısının oradaki tül rüzgarla sallanırken kalbime elimi bastırdım. “Saçmalama Alex, orada kimse yok.” Gerçekten kimse yok muydu yoksa var mıydı bilemiyordum ama sanki bembeyaz elbise içinde bir kadın görmüştüm. Rüzgar kuvvetlice esti ve balkon kapıları sertçe çarptı. Balkonun kapılarını kapatmak için oraya korkak adımlarla ilerledim. Tam o sırada odanın kapısı tıklatıldı. İmkanı yoktu! Kimseyi içeri almamıştım. Zorla yutkunarak arkamdaki kapıya baktım, gözlerimi tekrar balkona çevirince bir kadın görmemle yere korku ile bağırarak düştüm. Kadın balkondan içeri girince beyaz elbisesini fark ettim. Az önce gördüğüm o olmalıydı. Saçları rüzgarla dağılmış gibiydi. “Nasıl?..” diye söylendim korkuyla. Sesim titremişti. Kadın üzerime yürüyüp diz çöktü, yanağıma elini koydu. Yüzünde bir gülümseme ile bana bakarken zorla yutkunuyordum. “Nasıl…İçeri girdin?!” Gülümsemesi dişlerini gösteren bir sırıtışa dönüşünce loş ışığın vurduğu köpek dişlerinin yerindeki uzun sivri dişleri fark ettim. Kafamı iki yana korku ile sallarken aniden bana atıldı, apar topar yerde sürünerek ondan kaçmayı başarsam da hızlı bir hamle ile önüme geçmiş, beni boynumdan tuttuğu gibi duvara dayamıştı. Gözlerine baktığım anda kalbimin sadece korku ile çarpmadığını fark ettim. Onun kilisenin orada çocuklarla ilgilenen ve genelde her sabah gördüğüm kişi olduğunu anladığımda nefesim kesilmişti. “Beni hatırladın mı?” dedim zorlukla. Boynumu sıkmıyordu ama elleri kuvvetliydi, bu kadar kuvvetli olduğunu düşünmemiştim. Cevap vermedi, sanki bir büyünün etkisinde gibi gözleri ısrarla boynuma kayıyordu. “Lydia, benim Alex. Kiliseye sık uğramazdım ama seni sık sık çocuklarla ilgilenirken görürdüm. Hatırladın mı? Bir keresinde…” Sözümü parmaklarını boynumda dolaştırması ile kesmişti. “Lydia, nesin sen?!” Korku doluydum. Kafasını boynuma doğru eğdi, nefesini hissedebiliyordum. Kısa bir süre sonra keskin bir acı ile çığlık attım, acı arttıkça çığlık atacak gücü bulamaz olmuştum. Sıcak bir sıvının boğazımdan aşağı göğüsüme doğru aktığını hissetmeye başlamıştım, boynumdaki emme hissi ile nefesim kesildi. Ruhumu emiyor ve bedenimden ayırıyor gibiydi.
Kuş sesleri ve güneş ışığının gözlerime vurması ile gözlerimi ovalayarak açtım, yumuşak yatağımdan kalkıp terliklerimi giyerken dün gece neler olduğunu hatırlamaya çalışsam da hafızam silik silikti. Zorlukla yerden kalktım ve saçlarımı düzelttim, daha sonra ise odanın çıkışına ilerledim. Biraz çıkıp yürürsem kendimi daha iyi hissedeceğimi düşünüyordum. Merdivenleri indim, büyük kapıdan çıktım ve köprüye doğru ilerledim, oradan aşağı yola ilerledim ve kilisenin orada çocuklarla ilgilenen Lydia’ya kaydı gözlerim. Yine yüzünde bir gülümseme vardı ve her yerini kapatan tüllü siyah bir elbise giymişti, elinde de dantel desenli siyah şemsiyesi vardı. Bembeyaz tenine bakarken gözleri bana döndü. 2 yıldır buradaydı Lydia, uzak bir şehirden geldiğini söylemişti. Bense birkaç yıldır buraya gelirdim. Kuzenimin amcasına ait olan eski malikanede kalırdım, aslında bu kasabada kalmamın tek sebebi oydu. Lydia’yı sık sık görürdüm, çocuklarla ilgilenir ve onları çok severdi ama kiliseye gitmezdi çünkü Hristiyan olmadığını söylemişti. Genelde ben de kiliseye gitmezdim. Onunla vakit geçirmekse çok farklı olurdu. Uzun ve yumuşak görünümlü kumral saçlarını her zaman açık bırakırdı, genelde her yerini örten dantel ve tül desenli siyah elbiseler giyerdi, zayıf biri değildi, gülümsemesi ışık saçardı, gözleri güneşin vurmasına izin verirse yeşil yeşil parlardı. Gördüğüm en güzel gözlere sahipti. Hızlı yürürdü ama bazen çocukların hızına uymak için yavaş yürüdüğü de olurdu. Benim gözümde o, kasabanın en güzel kızıydı.
Ben şehirli biriydim, kasabadaki genç kızlar benden çok etkilenirlerdi. Lydia’yı görene kadar ben de onlara ilgi duyardım ama son birkaç yıldır, onlar benden etkilense de benim tek etkilendiğim Lydia’ydı.
Lydia kilisenin oradaki çocuklarla konuşurken onların boyuna eğilmişti, gözlerim onda dururken kalbimin onu görmenin verdiği heyecanla çarptığını hissediyordum, huzur verici ama bir o kadar da gerici bir histi bu. Onun yanına geldiğimde gözlerini kaldırıp bana baktı. “Günaydın.” Yüzümde bir gülümseme ile ona baktığımı gören Lydia, ayağa kalktı ve kocaman bir gülümseme ile “Günaydın.” dedi. “Vaktiniz varsa sizinle beraber biraz yürümek isterim.”
“Kibarlığa gerek yok, biz birbirimizi tanıyoruz ne de olsa.” dediğinde rahatlamış bir şekilde “Bu kasabada gereksiz bir kibarlık var, şehirde insanlar hiç böyle değiller.” dedim. Gülerek hak verdi bana. Çocuklarla işi bitince beraber ormanın içine doğru ilerlemeye başladık. “Hava bugün esiyor.” dediğinde zorla yutkundum, heyecan doluydum ve konuşmakta zorluk çekiyordum. İnsan ilgi duyduğu birinin yanında demek ki böyle olurmuş. Şemsiyesine bakıp “Çok hoş, geçen günkü farklıydı.” dedim. “Ah! Evet, bunu yeni aldım.” Bir süre arada sessizlik olunca yere çevirdim bakışlarımı. “Lydia.” deyip gözlerimi ona çevirince gözümde aninden bir görüntü belirdi. Balkonda beyaz, tülden bir elbise içindeki kadın. Nefesim anında kesildi, oracıkta kalakaldım. Lydia telaşla bana döndü, yanıma geldi ve omzuma elini koydu. “İyi misin Alex?” Dehşetle baktım ona. “Dün bir şey bana saldırdı.” demem ile elini geri çekti. “Nasıl bir şey?”
“Kadın.” Hafif alaycı bir gülüş duydum. “Kadınlara düşkünlüğünden dolayı zihnin seninle oynamış.” Yola devam ettiği sırada arkasından bakakaldım. Belki de haklıydı, zihnim benimle oynamıştı.
Böyle ummak istedim ama eve dönüp üstümü değişirken aynada boynumdaki ısırık izini görmem ile korku ile elimi oraya koydum. Yan yana duran kızarıklıktan gözümü alamamıştım. Sanırsam zihnim bana oyun oynamamıştı ama nedense dünü net hatırlayamıyordum.
Akşam yemeğinden sonra yatak odama çıkıp erkenden uyumaya ve dünü düşünmemeye karar vermiştim, zaten düşünebileceğim pek de bir şey hatırlayamıyordum. Odanın kapısını açınca yatağımda oturan uzun saçlı kadınla kalakaldım. Nefesim anında kesildi ve korku bütün bedenimi saniyesinde sarmaya başladı. Kadın kafasını bana çevirdiğinde kalbimde dehşetle beraber bir başka duygu daha belirmişti. Aşk. Yüzünde bir gülümseme ile Lydia karşımdaydı ama sabahkinden daha korkutucu geliyordu gözüme. Üstündeki elbiseyi fark edince zorla yutkundum. Dün gördüğüm kadın da o elbiseyi giymişti. “Lydia, sensin de mi?” Yüzünde o samimi gülümseme oluşunca ona çekinerek yaklaştım. Balkondan buraya çıkamazdı, çok yüksekti. O zaman nereden gelmişti? “Nasıl girdin içeri?” Lydia ayağa kalktı, bana ilerledi ve bedenime yaklaştı. Aradaki mesafeyi kapatıp bedenini benimkine değdirince teninin ne kadar soğuk olduğunu hissettim. “2 ay önce, öldüm ben. Sen hangi Lydia ile konuşuyorsun?” Dediklerinin tuhaflığı ile kalakaldım. “Ne demek istiyorsun?”
“2 ay önce öldüm.”
“Nasıl öldün? Daha sabah seninle konuştuk, dün, ondan önceki gün…” Telaşlı sesim ve kalbimdeki buruk hisle sormuştum bu soruları. Lydia ellerini yanağımda gezdirirken “Öldüm Alex. Hatırlamıyor musun?” diye fısıldadı. Bedenim korkuyla titriyordu. Bu bir kabus olmalıydı, büyük ihtimalle alt katta uyuyakalmıştım. “Lydia, bu sensin. Sabah da seninle konuştum. Ölmüş olsaydın, burada olmazdın!” diye bağırdım. “Anlamıyorsun öyle değil mi?” diye fısıldadı ve ellerini yanağımdan indirip bedenini uzaklaştırdı. Elimi tutarken “O günü unuttun mu? Çocuklarla biraz vakit geçirip yorgun bir şekilde eve dönmüştüm ama ertesi gün evde ölü bulunmuştum. Sebebi çözülemeyen ölüm. Sen dehşete düşmüştün, günler boyu ağlamıştın, itiraz etmiştin, eve kapanmıştın, yataklara düşmüştün…” dedi. Hatırlamıyordum, ne derse desin hatırlamıyordum. “Lydia, böyle bir şey olmuş olamaz!”
“Söylesene bana, neden olamaz?” derken elimle oynuyordu, cevap vermedim sessizce durdum. “Her gün beni gördüğüne emin misin?” Ondan uzaklaşıp saçlarımı korku ile iki elim arasına aldım. “Ne demek istiyorsun, kafamda mı kuruyorum her şeyi?!” Ben bağırdığımda gülümsedi. “Kim bilebilir.” Derin bir nefes alıp saçlarımdan indirdim ellerimi. “Ben, deli değilim.”
“Delisin demedim.” Bana birkaç adım yaklaştı. “Ama belki de zihninde sürekli aynı anıları dolaştırıp duruyorsundur. Belki de yeni günlerini yaşamaktansa geçmişini tekrar tekrar yaşıyorsundur ve artık, uyanma vaktin gelmiştir.” Zorla yutkunuyor ve nefes almaya çalışıyordum. “Lydia, lütfen bir şeyleri biliyorsan anlat bana.” Yalvarır ses tonumu duyunca hafifçe güldü. “Alex, sana aşıktım. O kadar süre boyunca sana aşıktım. Tek dileğim seninle bir hayat kurmaktı.” Bu cümleleri duymanın verdiği bir mutluluk içimde oluşsa da bir tarafım bunların gerçek olmama ihtimali ile savaşıyordu. Onu sonsuza kadar kaybetmiş olmaktan korkuyordum. “Her şeyi tek tek yerine koyacaksın, belki de sadece zamana ihtiyacın vardır.” Balkona ilerledi, ben de peşinden oraya giderken bir anda ortadan kayboldu. Korku ile orada kalakaldım. Ne olduğunu ve neler demeye çalıştığını anlayamıyordum. Kısa bir süre sonra ağlama krizine girdim, daha sonra ise uyuyakaldım.
Ertesi sabah hazırlanıp evden çıkacakken boynumda dün gördüğüm ısırık izinden eser kalmadığını fark ettim. Neden yok olduğuna anlam veremesem de yok olması işime gelmişti, en azından insanlar tuhaf karşılamayacaktı.
Dışarı çıkıp da yoldan aşağıya inince kilisenin orada çocukları ellerindeki çikolataları yerken gördüm ama Lydia orada değildi. Kaşlarım çatıldı. Nerede olabileceğini düşünürken gözlerimi çevrede dolaştırdım, daha sonra gözlerimi kilisenin oraya yakın olan evine döndürdüm, insanların orada toplandığını fark ettim. Koşar adım oraya ilerledim ve “Ne oldu, ne oldu?” diyerek içeri girmeye çalıştım. Birkaç kişinin Lydia’nın başında olduğunu, onunsa yerde gözleri kapalı bir şekilde yattığını görmem ile hızlı ve kesik kesik nefes almaya başladım. Kalbim sıkışıyordu. “Lydia…” Zorlukla ağzımdan ismi dökülse de Lydia cevap vermemişti, yerde öylece yatıyordu. Yanına ilerledim ve diz çöktüm. “Ne oldu, ne oldu ona?!” Başındaki birkaç insanın, “Sebebini bilmiyoruz ama sabah evinde ölü bulundu.” demesi ile titremeye başladı bedenim. “Ama…Ama o iyiydi!” Adamlardan biri elime bir mektup tutuşturdu ve Lydia’nın cansız bedenini alıp gittiler. Onlar çıkınca evde öylece kalakalmıştım.
Mektubu eve dönene kadar açmamıştım. Akşam eve gelip, yemek yemeden odama çıkıp mektubu açtım.
“Sevgili Alex,
Bu mektubu yazıyorum çünkü hayatta bazen anlam veremediğimiz şeyler aniden gerçekleştiğinde ve bazı şeyleri söylemekte geç kaldığımızda bir şeyleri aktarmak gerekir.
Ben, bazı şeyleri söylemekte geç kaldım. 2 ay önce öldüm ben. O evde sabah ölü bulundum, daha sonra tabutum sıkıca kapatıldı ve dinime uygun bir şekilde gömüldüm. Kim bilir, belki de bu mektubu yıllar yıllar sonra açtın. Ne zaman kendine geldiğini bilemiyorum. Kendine bir dön bak Alex, bir bak lütfen. Ne kadar süredir beni etrafında görüyorsun, ne kadar süredir yemek yemiyor, ne kadar süredir o zihnindeki kutudan çıkmıyorsun?..
2 ay önce öldüm ben ama hangi 2 ay önce? Üzgünüm Alex, geç kaldım bazı şeyleri söylemek için. Ölmeden önceki günlerden birinde, elimi tuttuğunda ve gözlerime o sevgi dolu bakışlarla baktığında söylemem gereken bir cümle vardı. Seni seviyorum.
Ama 2 ay önce öldüm, o cümleyeyi söyleyemedim ve şimdi sen, o kutudan çıkmalısın.
Sevgiler Lydia”
Yaşlı gözlerle ve titreyen ellerle mektubu yatağa koyunca yanımda birinin oturduğunu fark ettim. “O kutudan çıkmalısın.” Dün gördüğüm tülden beyaz elbisesi ile Lydia, şu anda da yanımdaydı. “Ama…Hangi zamanda olduğumu bile hatırlamıyorum ve neler olduğunu anlamıyorum.”
“Senin yanına nasıl geldiğimi merak ediyor musun?”
“Hayal gücümün bir oyunu musun?” Kafasını iki yana salladı. “Ben vampir olarak dirildim.” Nefesim kesildi. “Yani sen gerçeksin?!”
“Şu anda zihnindeki tek gerçeğim ya da değilim, bu sana kalmış.” Anlamamış bir ifade ile ona baktığımda kafama dokundu. “Ben gerçek miyim Alex?” Delirmek üzereydim, belki de çoktan delirmiştim. Artık neyin gerçek neyin sahte olduğunu anlayamıyordum. “2 ay önce öldün ama vampir olarak beni ısırdın.”
“Isırdım mı, ısırmadım mı?” Boynuma gitti elim. Bir gün o izin var olduğunu ve ertesi gün yok olduğunu anımsadım. “Isırmadın, sanırsam.”
“Ben var mıyım?” Gözlerimi ona çevirdim ve “Kutudan çıkmanın yolunu bilmiyorum.” dedim. “Hatırladıklarını bir kenara not al, o zaman hafızan hepsini toplayacak ve sana sadece gerçekler kalacak.” Ayağa kalktı bunu söyledikten sonra ve bana eğildi. Dudaklarıma hafif ve soğuk bir öpücük koyup balkona ilerlerdi ve orada yok oldu. Hemen çalışma masama geçtim ve bir kağıtla kalem aldım.
Lydia kilisenin orada bir çocuk evinde çalışırdı. Çocuklarla arası çok iyiydi. Onlarla oynarken oturup onu izlemeyi severdim. Uzun saçları, yeşil gözleri ve ışık saçan bir gülümsemesi vardı. Bana umut ve ilham verirdi. O da benim gibi şehirliydi. Buraya aylar önce gelmişti. Ben de onun yüzünden buradan gidemezdim. Tam olarak bilmiyorum ne zaman ona vurulmuştum. Belki de çocuklarla ilgilenmesine ara verip de benimle ormanda dolaşıp, konuşurken ya da belki beraber piknik yaparken…Ne zaman olursa olsun önemli olan aramızdaki atmosferdi. Lydia da bu atmosferi fark ederdi ama benden hoşlandığını dile getirmiyordu. Önce o söylesin istemiştim çünkü çekiniyordum ama ilk söyleyen o olmamıştı. Bir gün daha fazla içimde tutamayacağımı anladığımda ve hislerin git gide büyüdüğünü hissettiğimde ormanda beraber böğürtlen yerken açıldım ona. Kocaman gülümsedi, saygı ile karşıladı ama hisleri hakkında bir şey söylemedi. Ben de saygı ile karşıladım söylememesini fakat içimden onun da bana aşık olmuş olmasını dilemiştim hep.
Bundan birkaç ay sonra bir sabah Lydia’yı kilisenin orada bulamamıştım. Çocuklar yüzlerindeki üzgün ifadeleriyle çikolatalarını yiyorlardı, kilisenin yakınındaki evinin oraya gidince insanların orada toplandığını fark ettim. Nefesim kesilmişti. Ne olduğunu bilmiyordum ve insanlara “Ne oldu, ne oldu?” diyerek içeri girmeye çalışıyordum, kalabalık olan insan yığınını aşıp da içeri girince başında iki kişinin yere çökmüş olarak durduğu Lydia’yı gördüm. Baygın mıydı, diye düşündüm önce. “Ne oldu ona?” dememe rağmen ses gelmediğinde yere çöküp bileğini tuttum, buz gibiydi. “Lydia, Lydia!” Acı ile bağırdığım sırada beni sakinleştirmek için yanındakiler gelmişti yanıma. “Alex, sakin ol.” Olamazdım, Lydia buz gibiydi ve teni solmuştu. “Gece üşümüş olmalı, onu güzel bir yere yatırın, yer soğuk!” Ben ağlamaklı bir sesle bunu söylesem de Lydia’nın donmuş bedeninin bende bıraktığı hissi unutamıyordum. “Kaldırın onu, güzel bir yere yatırın!” İnsanlar beni dinlemiyor, ben de bağrıyordum. Beni güçlükle evden çıkardılar, sakinleşmem için oradan uzaklaştırdılar, birkaçı su verdi ama ben donup kalmıştım. Neler olduğunu anlayamıyordum. Daha dün iyi olan Lydia neden bir anda orada öylece yatıyor ve bir şey söylemiyordu. Sesim çıkmıyordu, nefes aldığımı; hatta yaşadığımı hissedemez olmuştum. Sanırsam su içmiştim, kendimde değildim. Lydia’nın bedenini evden çıkardıklarında oraya gidemedim. Yanıma biri gelip bana bir zarf uzattı. “Bunu sana yazmış, masanın üstünde buldum.” Zarfı alıp uzun uzun baktım. Zorla yutkundum.
O gece eve dönünce Lydia’nın bana yazdığı mektubu masama koydum ve yatağıma gittim. “Ölmedin, ölmüş olamazsın!” İnkar ediyordum, ağlıyordum. Sabahtan beri günümün çoğu böyle geçmişti, hatta bundan sonraki diğer günlerim de böyle geçmişti.
Bir süre sonra Lydia’yı tekrar kilisenin orada görmeye başladım. Öncekine göre teni daha beyazdı ama neşesi ve enerjisinden bir şey kaybetmemişti. Yüzünde yine aynı gülümsemesi vardı ama bu sefer tül ve dantel desenli siyah bir elbise giyiyordu, elinde de dantel desenli siyah bir şemsiye vardı. Yine de güzeldi, yine de sevdiğim o kadındı. Her gün oradaydı ve her gün ormana giderdik beraber. Tekrar eve döndüğümde ise yalnız kalırdım. Bütün o günü düşününce mutlulukla yatağıma yatardım. Rüyamda da onu görürdüm ama bu sefer daha korkutucu olurdu, yine de güzel gelirdi bana. Balkonda tülden beyaz elbisesi ile belirir, odama girer benimle buluşurdu. Konuşurduk, bana uyanmam gerektiğini anlatırdı ve kutudan çıkmamı söylerdi. Genelde anlamazdım.
Şimdi anlıyordum, o öleli 2 ay olmuştu ve bu mektubu yazdığı vakitte öleceğini biliyor olmalıydı. Araştırmalara rağmen onun nasıl ve neden öldüğünü bulamamışlardı. Geriye ise onunla hayallerimi gerçekleştirememiş ve bu ani ölümü kabullenememiş ben kalmıştım. Bunun sonucu olarak onu her yerde görmeye başlamıştım. Kilisenin oradaki çocuk evinde çocuklarla ilgilenen başka bir kadın vardı ama o benim kafamda Lydia olarak canlanıyordu, ormanda tek dolaşıyordum ama yanımda o varmış gibi konuşarak yürüyordum, piknik yapıyor; hatta gülüyordum o da yanımdaymış gibi ama eve dönünce yalnız ve iştahsız oluyordum bu yüzden de evde erkenden yatmaya özen gösteriyordum. Uyuduğumda ise onun dirilip bir vampir olarak yanıma geldiğini görüyordum, bazen kanımı emdiğini de görüyordum, bunun sebebi kendi zihnimde beni tüketen duyguların esiri olmamdı ve Lydia’nın ölümünü kabul edemediğim için dirilmiş olarak görüyordum. Onun bedenini en son cansız ve soluk gördüğüm için zihnimde beyaz tenli olarak canlanmıştı. Rüyalarımdaki Lydia her zaman tülden beyaz bir elbise giyiyordu çünkü onu tabuttan çıkarıp gömmerlerken kefen denen bembeyaz bir örtünün içinde o, gözüme bir melek gibi temiz gözükmüştü.
O kadar şeyi kağıtlara not aldıktan sonra zorla yutkundum. Her şey artık toparlanmıştı. Lydia’nın yanımda duran mektubuna bakarken kabul etmediğim şeylerin esiri olmayı bırakmayı seçtim ve gözlerimden özgürce akan yaşlarıma engel olmadım, dudaklarımdan birkaç cümle usulca döküldü. “Yanına geleceğim Lydia’m, bir gün tekrar kavuşacağız. O vakte kadar seni hiç unutmayacağım.”
–Son–