Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının özgün ve zarif kalemlerinden biri olan Tomris Uyar, yaşamı ve yapıtlarıyla sadece bir yazar değil, aynı zamanda bir düşünür, bir tanık, bir kadındır. Kaleminden dökülen her cümle, bir parantez gibi açılır yaşamın içindeki sessizliklere, görünmeyen çatlaklara, gündelik olanın içindeki büyük kırılmalara…
Tomris Uyar’ın öykücülüğü, yüzeyde sakin ama alt metinlerinde derin bir sarsıntı barındırır. Onun öykülerinde olaydan çok ruh halleri, karakterlerden çok iç sesler konuşur. Günlük yaşamın sıradan kesitlerini anlatırken, aslında bireyin varoluşsal çıkmazlarına ışık tutar. Karakterleri genellikle kentli, entelektüel ve iç dünyasıyla hesaplaşan insanlardır.
Metinleri; süslemeye, gereksiz dramatizasyona başvurmadan, neredeyse şiirsel bir sadelikle akar. Bu sadelik, aslında onun en güçlü anlatım aracıdır. Çünkü Uyar, okuru gözyaşıyla değil, farkındalıkla sarsmak ister. Duyguyu satırların arasına gizler; okur isterse bulur, isterse kaçırır.
Yazarlık direnişi
Tomris Uyar’ın yazarlığı, aynı zamanda bir duruş biçimidir. 1970’lerde kadın olmanın ve yazar olmanın zorlukları iç içeyken, o, sadece edebi üretimiyle değil, yaşadığı hayatla da normlara meydan okumuştur. Ne bir gölge olarak var olmayı kabul etmiştir ne de bir “ilham perisi” klişesine indirgenmeyi…
Tomris Uyar, yalnızca öykü yazarı olarak değil, aynı zamanda çevirmen kimliğiyle de edebiyatımıza önemli katkılar sunmuştur. Virginia Woolf’tan Katherine Mansfield’a kadar pek çok önemli kadın yazarı Türkçeye kazandırarak, yalnız kendi sesini değil, başka kadınların seslerini de duyurmuştur. Bu çeviriler, onun kadın anlatısına olan duyarlılığının bir yansımasıdır.
Günlük türüne getirdiği katkılar da göz ardı edilemez. “Gündökümü” adını verdiği günlükleri, yalnızca bireysel bir anlatı değil; aynı zamanda Türkiye’nin sosyal, kültürel ve entelektüel tarihine de ayna tutan metinlerdir. Günlüklerinde yazı kadar hayatla da hesaplaşır. İçsel çalkantılarını, yazma sancılarını, insanlara ve zamana dair gözlemlerini samimi bir dille aktarır.
Tomris Uyar’ın ardında bıraktığı şey yalnızca kitaplar değildir. O, yazının sessiz ama güçlü direnişini temsil eder. Anlatmanın sadece bir “anlatı” değil, bir varoluş biçimi olduğuna inananlardandır. Hikâyeleriyle değilse bile duruşuyla, birçok genç yazara ve okura ilham vermeye devam etmektedir. Bugün hâlâ onun satırlarında kendimizi buluyorsak, bu onun zamanın ötesine geçen bir yazar olduğunun kanıtıdır. Tomris Uyar, kelimelerin içinde çoğu zaman susarak, ama hep var olarak yaşamaya devam ediyor.
Kelimelerin gölgesinde kalan kalp
Tomris Uyar, Türk edebiyatının en özgün kadın yazarlarından biri olduğu kadar, kişisel yaşamındaki duruşu ve ilişkileriyle de bir dönemin zihinsel haritasında iz bırakan bir figürdü. Onun aşkları, salt magazinel bir merak değil; edebi üretiminin arka planında yer alan derinlikli bir içsel yolculuğun parçalarıdır. Aşk, Tomris Uyar için bir sığınak değil, bir sorgulama alanıydı. Sevmek, onun için bir teslimiyet değil, düşünsel bir çaba, duygusal bir karşılaşma biçimiydi.
Edebiyat çevresinde birçok tanınmış erkek yazarla; Ülkü Tamer, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever gibi yakın ilişkileri olmasına rağmen, hiçbir zaman bir “şairin kadını” olarak anılmayı kabul etmemiştir. O, Tomris’ti. Kendi adıyla, kendi sesiyle var olan bir kadın yazar.
Aşka bakışı, alışılmış kadın kimliklerinin çok dışında ve daha çok birey olma arzusuyla şekillenmişti. Sevdiği adamları ne tapınacak birer “şair”, ne de sığınacak limanlar olarak görüyordu. Aşk onun için bir eklenti değil, bir dengeydi. Bu yüzden Tomris Uyar’ın ilişkileri ne “fırtınalı” denebilecek kadar dramatikti, ne de sıradan bir romantizme sığacak kadar yüzeysel.
Tomris Uyar ve Ülkü Tamer: Birlikte akan hayatlar
Türk edebiyatının iki ayrı kıyısında yer alan iki güçlü isim: Tomris Uyar, öykünün düşünsel inceliğinde yüzen bir kadın; Ülkü Tamer, şiirin duygusal kıyılarında dolaşan bir adam. Onların birlikteliği, ne edebiyat dünyasında büyük gürültülere neden olmuş bir aşk hikâyesiydi ne de satır satır şiirlere dökülmüş bir tutku masalı. Fakat tam da bu nedenle, Tomris ve Ülkü’nün hikâyesi; derin, sade, sessiz ama iz bırakan bir karşılaşma olarak Türk edebiyatının arka planında kendine özgü bir yer edindi.
Uyar ve Tamer’in yolları 1960’lı yıllarda kesişti. Aşka bakışı, alışılmış kadın kimliklerinin çok dışında ve daha çok birey olma arzusuyla şekillenmişti. Sevdiği adamları ne tapınacak birer “şair”, ne de sığınacak limanlar olarak görüyordu. Aşk onun için bir eklenti değil, bir dengeydi.
Cemal Süreya: Kelimelerin hızlı akan nehri
Tomris Uyar’ın Cemal Süreya ile ilişkisi, kısa ama edebi anlamda yoğun bir birliktelikti. Süreya’nın Tomris’e yazdığı mektuplar, onun hayranlığını, tutkusunu ve aynı zamanda kıskançlığını açıkça yansıtır. Ancak Tomris’in gözünde bu aşk, düşünsel gelişim için yeterince “nefes alanı” sunmuyordu. Cemal’in aşka yüklediği “tüketen bağlılık”, onun kendi alanına duyduğu saygıyla çelişmişti.
Cemal Süreya, Tomris’in ardından şöyle yazmıştı:
“Seni elinden tutup sokağa çıkarasım var, herkes görsün, herkes bilsin diye. Ama bir yanım da istiyor ki, kimse bilmesin seni. Sadece ben bileyim.”
Bu cümle, Tomris’in neden ayrıldığını açıklamak için yeterlidir: Sevgiyle sahiplenmek arasında ince bir çizgi vardır; Tomris o çizgiyi korumayı seçti.
Turgut Uyar: Sığınma değil, karşılaşma
En çok anılan aşkı, şair Turgut Uyar’la yaşadığı uzun ve derin ilişkisidir. Turgut, onun yalnızca sevgilisi değil, aynı zamanda hayat arkadaşıydı. Bu ilişki, edebiyatın gölgesinde değil, merkezinde yaşandı. Ortak dilleri yazıydı ama asıl bağları düşünce düzeyindeydi. Turgut Uyar’ın son dönem şiirlerinde Tomris’in etkisi açıkça hissedilir. Özellikle “Göğe Bakma Durağı” adlı şiiri, onun hayranlık ve sevgiyle yazdığı bir iç dökümdür.
“İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım”
Tomris bu ilişki için yıllar sonra şunu söylemiştir:
“Birbirimizi ikna etmeye değil, anlamaya çalıştık.”
Bu söz, aşkı bir zafer ya da teslimiyet olarak değil, bir eşitlik zemini olarak gördüğünü gösterir.
Edip Cansever: Ulaşılamayan bir sevi
Bir diğer derin ama tek taraflı yaşanmış aşk ise Edip Cansever’in Tomris’e duyduğu, çoğu zaman dile bile gelmeyen bağlılıktır. Edip’in Tomris’e olan ilgisi, şiirlerine yayılmış bir sessiz hayranlıktır. Tomris’in onunla hiçbir zaman bir ilişki yaşamamış olması, bu aşkı daha da trajik hale getirir.
“Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.”
Edip Cansever’in defterlerine düşürdüğü notlar, içindeki kırılgan tutkuyu gözler önüne serer:
“Bir kadına yazılabilecek en uzun şiirdin sen, ama hiçbir zaman baştan sona okunamadın.”
Bu aşk, edebiyat tarihine “yaşanmamış ama hissedilmiş” bir sevda olarak geçmiştir.
Tomris Uyar, aşklarıyla tanımlanacak bir kadın olmayı reddetmiştir. Edebiyat çevresindeki çoğu kadın, erkek şairlerin gölgesinde var olmaya mahkûmken, o kendi ışığını taşıyan bir isim olmayı başarmıştır. Sevmiş ama kendinden vazgeçmemiştir. Aşklar onun için yazının bahanesi değil, yaşamın içindeki çatlaklardan sızan bir sıcaklıktı. Onun yaşamı bize gösterir ki, bir kadının aşkla olan ilişkisi sadece kimle birlikte olduğuyla değil, o birlikteliği nasıl yaşadığıyla da anlam kazanır.
Aşkı yaşamak değil, dönüştürmek
Tomris Uyar’ın aşkları, yalnızca onun özel hayatına değil, bir kuşağın kadın-erkek ilişkilerine, yazı ve aşk arasındaki gerilime de ışık tutar. Onun sevgileri birer efsane değil, birer dönüşüm anıdır. Ve her aşk, onun yazılarına ince bir gölge gibi düşmüştür — anlatılmamış ama sezdirilmiş, yazılmamış ama yaşanmıştır.