Merhaba sevgili dostum, bugün sahnede deva bulmanın mümkün oluşu üzerinde seninle sohbet etmek istiyorum. Baştan belirteyim ki literatürde doğrudan ‘’sahneterapi’’ diye bir kavram bulunmuyor. Bunu kelimeyi kendim ürettim ama sahnenin terapötik gücü yadsınamaz bir gerçek ve biraz kurcaladığımızda aslında yolumuz psikodramaya ve Moreno’ya kadar uzanabilir. Ben bu haftaki yazımı bilimsel veriler ve kaynaklar ışığında değil, içimden gelenler ve tecrübelerim doğrultusunda yazıyorum. Ön bilgilendirmeden sonra konumuzun alt katmanlarına, derinlerine küçük bir yolculuğa başlayalım.
İFADE EDİLMEMİŞ DUYGULAR
Psikanalizin babası Sigmund Freud, ‘’İfade edilmeyen duygular ölmez, diri diri gömülür ve sonrasında daha korkunç bir şekilde ortaya çıkar.’’ derken sence ne demek istemiş olabilir? Modern hayat, etrafımızda ciddi ve asık suratlı yüz binlerce insanla yaşamamızı zorunlu kılıyor. Dip dibe duran metrelerce yükseklikte, yüzlerce insanı barındıran apartmanlar, insanlarla dolup taşan caddeler, dükkânlar, gergin öğretmenlerle dolu okullar, dersaneler, disiplin manyağı patronların yönettiği iş yerleri derken kendimiz olabileceğimiz, duygularımızı rahatça yaşayabileceğimiz ve bunu yalnız veya başka insanlarla yapabileceğimiz bir alan bulamıyoruz.
Öfkelendiğinde bağıramıyorsun, üzüldüğünde ağlayamıyorsun, korktuğunda kaçamıyorsun! Deliler gibi dans edemiyor, saçmalayamıyorsun! Haykıramıyorsun içindekileri! Yanlış anlaşılırım korkusuyla neler neler saklıyorsun içinde…
İşte sahne, bağırabileceğin, kahkaha atabileceğin, delirebileceğin, binlerce karaktere bürünebileceğin, kendin de olabileceğin ve bunu insanlardan gizli bir şekilde değil insanlarla beraber yapabileceğin özgür ve güvenli bir alan sunuyor sana. Zaman zaman da bu duygularını yüzlerce seyircinin yüzüne de haykırabiliyorsun. Babana duyduğun öfkeyi örneğin oyundaki krala yansıtarak içinde birikmiş öfkeyi ‘’yön değiştirme’’ dahilinde olsa bile dışarı atabiliyorsun. Elbette bunu işin profesyonelleriyle yapmak şartıyla… Asık suratlı, kaygılı, korkunç bir yöneticinin elindeki bir sahne ancak azap alanı olur.
SAHNEDEYİM DEVA BULMAM
Sahne denince aklına ne geliyor? Benim ‘’her yer’’ geliyor. Hatta var olan ve olmayan her yer. Hayalî ve gerçek olan her alan bir sahnedir benim için. Shakespeare, ‘’Bütün dünya bir sahnedir.’’ Derken belki de bunu kastediyordu. Ve ekliyordu, ‘’Kadın ve erkek herkes birer oyuncu. Girerler, oynarlar ve çıkarlar.’’ Hepimiz birer oyuncu muyuz?
Sahne denen alanı çeşitleriyle anlatacak olursak öncelikle tiyatro sahnesini örnek verebiliriz. Tiyatro sahnesi hepimizin bildiği, ağır kırmızı perdeli, kulis, ses cihazları ve ışıklardan oluşan ve genellikle tiyatro oyunları oynanan çeşitli teknik özelliklere sahip bir yerdir. Elbette bu sahneden binlerce duygu yükselebilir ve insan bu sahnede de derdine deva bulabilir.
Aklıma ikinci sırada gelen sahne ise psikodrama sahnesidir ki bu konu aslında müstakil olarak incelenmesi gereken bir konu ama es geçemeyeceğim ve biraz da olsa bahsedeceğim. Psikodrama, Moreno’nun kurduğu bir psikoterapi kuramıdır diyebiliriz. Burada da küçük bir sahne ve oyuncular vardır fakat burada amaç ortaya sanatsal bir ürün koymak değil, başrol diyebileceğimiz protagonistin sağlıklı bir şekilde yaşayamadığı geçmiş yaşantıları bugüne getirmek ve bir o yaşantıları usta eller gözetiminde (terapist) yeniden inşa etmektir. Geçmiş hatta bazen de gelecek şimdiki ana getirilir, yeniden yaşanır ve yaşanırken gerekli soyut
iksirlerle sağaltılır ve olduğu zamana sağlıklı bir şekilde geri gönderilir. Bu konuyla alakalı Deniz Altınay’ın kitaplarına müracaat edebilirsin.
Gelelim asıl sahnemize… Yaşam alanımız! Dünya, ülke, şehir, sokak, ev, oda, yatak, bedenimiz! Hepsi birer sahne ve her sahnenin istisnasız başrolleri kendimiziz. Geri kalan herkes figüran veya yan rol oyuncusudur. Peki bu sahnede biz ne kadar oynayabiliyoruz? Yani eyleme ne kadar geçebiliyoruz? Kendi oyun metnimize ne kadar müdahale ediyoruz? Bir köşede bir figüran gibi, Oblomovvarî (Gonçarov’un roman karakteri) bir edayla yatıp birilerinin hayatımızı dizayn etmesini mi bekliyoruz? Bekleyip duruyor muyuz Godot’yu (Samuel Beckett’in tiyatro oyunu) bekler gibi? Hayatımıza yani sahnemize girip çıkan figüranları biz mi seçiyoruz yoksa pasif bir şekilde durup birilerinin hayatımıza girmesini ve canı isteyince de çıkmasını mı izliyoruz? Bunlara cevaplarımız nedir? Ve olması gereken cevaplar nelerdir? Bunları sen çok iyi biliyorsun değerli dostum.
EYLEM
Durgun su kirlenir, akarsu ise hep berraktır. İnsan durduğu yerde zamanla daha da ağırlaşır ve sönükleşir. Silikleşir. Çoğu zaman ruhsal rahatsızlıklara sebebiyet veren şey de işte bu eylemsizliktir. Nihayetinde insan da sudan oluşan bir varlık ve su, hareket etmek ister. Bu hareket elbette ki fiziksel olabileceği gibi zihinsel de olabilir. İkisi de gereklidir. Spor yapmak mutlu eder, bir işle meşgul olmak dinlendirir, bir durumla zihinsel meydanda yüzleşmek ve savaşmak insanı başta yıpratsa da nihayetinde onarır.
Sahnede öylece duran bir oyuncuyu hayal et. Ne kadar acınası bir hâlde değil mi? Etrafında rengârenk bir oyun akarken o öylece duruyor hem potansiyeline, yaradılışına, iç dünyasına ihanet ediyor hem de seyircilerin dikkatini kaybederek bir nevi varoluş intiharı gerçekleştiriyor yani görülmüyor! Bir oyuncu bunu hiçbir zaman bile isteye yapmaz. Ortada bir sorun vardır ve giderilmesi gerekmektedir. Bu da eylem gerektirir. Bazen bunu bize birileri salık verir, kulağımıza bir suflör gibi fısıldar ve bize yapmamız gerekenleri hatırlatır. Ama oyuncu eyleme geçmediği sürece suflörün hiçbir etkisi olmaz. Bazen de diğer oyunculardan bazıları bize çarpar, yere düşürür, bizi acıtır. Bu da ya uyanışa sebep olur ya da eylemsizliği ayakta durmaktan yatmaya indirgeyerek daha kötü olmamıza sebep olur. Bunlar sana tanıdık geliyor mu?
ANSIZ
Sahnede her şey anlık gelişir. Oyuncu sırası geldiğinde girer oynar ve çıkar. Bir oyuncu önceki bir sahneyi defalarca tekrarlarsa ve o sahnede takılı kalırsa oyunun diğer bölümleri de mahvolur gider. Veya ileriki sahneleri zamanı gelmeden oynarsa da oyundan hiçbir şey anlaşılmaz ve saçma sapan bir gösteriye dönüşür. İşte geçmiş ve geleceği hayatımızın ‘’Şimdiki An’’ına aldığımızda yaşananlar tam da bunlardır. Geçmişe saplanarak veya geleceğin kaygısıyla kıvranarak şimdiyi öylesine kaçırıyoruz ki hayat denen oyunu mahvediyoruz. Elbette böyle bir oyuna da alkış beklenemez. Kişi seyircilerin de yani sosyal gücün, insanların da desteğini kaybeder, iyice yalnızlaşır, gider sahnesini en ücra ve karanlık köşesinde ölümü beklemeye koyulur.
DEUS EX MACHINA
Deus ex machina kavramı antik Yunan oyunlarından kalan bir kavramdır. Bu kavram, oynanan oyun içinden çıkılmaz bir hâl aldığında yani kurgu bir türlü sonuca ulaştırılamadığında yukarıdan zincirlerle indirilen bir tanrı karakterinin oyuna dahil olması ve olayları çözmesi anlamını taşır. Bu genellikle oyun yazarının beceriksizliği olarak görülür. Tıpkı bir Yeşilçam filminde örneğin kör bir adama araba çarpması ve adamın birden görmeye başlaması gibi bir durumu hatırlatır bize.
Bizim de hayatlarımızda deus ex machina’lar var mı? Hayatımız içinden çıkılmaz bir hâl aldığında, ne yapacağımızı bilemediğimizde, yüzlerce sorunun üst üste, iç içe arapsaçı gibi karıştığında bir tanrının mucizesine ihtiyaç duyar mıyız? Elbette ki duyarız ama o mucize antik Yunan oyunlarındaki gibi gelmez. Gökten zembille bir tanrı inmez. Kul sıkışınca Hızır da gelmez. Mucize de Hızır da, deus ex machina da insanın bizzat kendisidir. Cesar Pavese’nin sevdiğim bir sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘’Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle; kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.’’ Evet, her seferinde bir Hızır bekleyemeyiz. Maalesef bu böyle… Bu yüzden oyunumuzun metnini yani kaderimizi, geçmişimizi inceleyip nerede hata olduğunu bulup o hatayı düzeltmemiz gerek. Çünkü bir kurgu hatası tüm oyunu zehirleyebiliyor. Örneğin çocukken annenden yediğin bir tokadın ruhsal sancısı tüm oyununu felç edebilir. Yapman gereken o tokatla, annenle ve kendinle yüzleşmen. O anı tamir etmen ve geçmişe, ait olduğu yere yeniden göndermen. Bunu tek başına yapman çok zor olabilir. Bir terapiste ihtiyaç duyabilirsin. Ne olursa olsun kendi kendinin mucizesi olmak zorundasın çünkü Doğan Cüceloğlu’nun da dediği gibi: ‘’Sen üzgünsün diye dünya durup sana yol vermeyecek.’’
BİRKAÇ ŞEY DAHA
Tiyatroda ‘’persona’’ dediğimiz bir olay da vardır ama bu konuyu Ne Haber’de daha önce inceledim. Eski köşe yazılarıma bakabilirsin. Kısaca değinecek olursam, Persona aslında maske demek. Topluma karşı gösterdiğimiz yüzümüz. Bu hem sağlıklı hem de zararlı olabilecek bir maskedir. Zamanla gerçek karakterimizi kaybetmemize sebep olabilir. Burayı geçiyorum sevgili dostum.
Tiyatro çalışmaları elbette ruha iyi gelir. ‘’Tiyatro iyidir, iyileştirir.’’ Diye bir söz vardır ki On beş yıllık sahne deneyimlerime dayanarak bu cümlenin altına imzamı atabilirim. Fakat şehrimizde yerel anlamda tiyatral çalışmalar neredeyse yok, bu çalışmalara destek ise hiç yok. Dördüncü senesine başladığımız Persona Sanat Toplulu’ğunda yıllardır gönüllü bir şekilde tiyatro yaparız ama hiçbir yetkiliden teşvik edici bir destek görmedik. Tek motivasyonumuz sahnenin büyüsü ve seyircilerimizin gözlerindeki ışıltı…
Son olarak, sahnedesin, başrol sensin, ışıklar elinde, mikrofon elinde, imkânların ölçüsünde oyununu lütfen oyna. Lütfen oyununu yok etme. Eminim ki senin oyunun izlenmeye ve yaşanmaya değerdir bunu çöp hâline ancak sen getirebilirsin. Sen izin vermediğin müddetçe oyununa kolay kolay kimse büyük ölçüde müdahale edemez. Evet mücadele etmen gerekebilir ama mücadele de oyuna dahildir, unutma. Bol alkışlı bir oyunun olsun sevgili dostum, tiyatro topluluğumuza sosyal medya üzerinden ulaşabilir aramıza katılabilirsin. Kendine iyi davran.