
Seren Dalga, yıllardır tiyatro dünyasının en parlak isimlerinden biriydi. Adı afişlerde yer aldığında biletler günler önceden tükenir, oyun bittiğinde sahnenin ışıkları sönene kadar alkışlar kesilmezdi. İzleyiciler onu izlemeye doyamazdı. Sadece karakterlere dönüşmekle kalmaz, onların içini dışarı çıkarırdı.
Çokça oyunda rol almıştı. Ana karakterleri, karşıt karakterleri, yan karakterleri ve temsil karakterleri taşımıştı sahnede bilmem kaç defa. Ama o akşam oynadığı rol, kariyerinde çok sevdiği rollerden biriydi:
“Aslı”.
Kendi içine kapanmış, toplumun sessiz bıraktığı bir kadının hikâyesi… Seren bu rolü seçtiğinde, “Bu karakter çok gerçek. İnsanları rahatsız edecek kadar gerçek,” demişti.
Sahne Arkası: Kuliste Hazırlık
Kuliste, sahneye çıkmadan birkaç dakika önce aynanın karşısına geçti. Makyajı sade, saçları dağınık bir zarafetle toplanmıştı. Aslı’nın kırılganlığını yüzüne yerleştiren hafif bir gölge vardı.
Kostüm tasarımcısı yaklaşmış, omzundaki ince kumaşı düzelterek sormuştu:
“Hazır mısın?”
Seren aynadaki gözlerine baktı. Rolünü seviyordu, rol onu seviyor muydu bilmiyordu. Sonra
“Hazırım,” dedi yumuşak bir gülümsemeyle.
Sahne arkasında beklerken salonun uğultusu kulaklarına geldi. İnsanların fısıltıları, program yapraklarının hışırtısı, uzak bir yerden gelen boğuk bir öksürük… Bu sesler onun için hep aynı şeyi ifade ederdi:
Gerçekten canlı olduğuna dair en net kanıt.
Işık tasarımcısı kulaklıktan “Başlıyoruz,” diye fısıldadı.
Perde yavaşça açılırken Seren derin bir nefes aldı ve ardından Aslı’nın içine doğru süzüldü.
Perde Açılıyor: Sahnedeki Güç
Oyun, küçük bir odada geçiyordu. Bir sandalye, bir masa, soluk bir pencere… Minimalist bir tasarım. Seyirci gözünü Seren’den ayıramıyordu çünkü oda ne kadar sade olursa olsun, sahnedeki kadın o kadar doluydu ki…
Aslı ilk monologuna başladığında salon derin bir sessizliğe büründü. Seren her cümleyi incelikle taşıyordu; kelimeleri seçerek değil, yaşıyormuş gibi söylüyordu. Sanki karakterin içinden geçen her duygu, onun nefesinden dışarı süzülüyordu.
Provalarda bu sahneyi hep kontrollü oynamıştı.
Ama bu gece farklı bir ateş vardı içinde.
Sahnede duruşu biraz daha dik, sesi biraz daha tok, bakışları biraz daha uzundu.
Hatta yönetmenin bile şaşırdığı bir şey yaptı:
Monoloğun ortasında, metne bağlı kalmak yerine seyirciye doğru bir adım ileri çıktı.
Salonun üzerine yumuşak bir ışık dökülmüşken, Seren öyle bir cümle kurdu ki bu metinde yoktu ama kimse oyuna aykırı olduğunu fark etmedi:
“Bazen insanlar bir evin içindeki duvarların ne kadar konuştuğunu bilmez. Sadece dışarıdan bakarlar. İçerideki sesleri duymazlar.”
Bu cümlenin ardından bir uğultu yayıldı salona. Sonra birisi burnunu çekti.
Bir diğeri kollarını göğsünde sıkıca kavuşturdu.
Sonra devam etti, derinlerdeki tüm duygusu ile, ama hâlâ Aslı’nın tonuyla:
“Bir kadın susarak da bağırabilir. Kısık bir nefesle de anlatabilir. Ama susmayı anlamak için önce dinlemeyi bilmek gerekir.”
Seyircinin nefesi kesilmişti.
O ise oyunu öyle bir yoğunlukla sürdürdü ki sahnenin sınırları genişledi, oda daraldı, varlığı büyüdü. Perde kapandığında bir anlık bir sessizlik oldu.
Sonra alkış koptu. Bir alkış değil, bir dalga sanki…
Salon ayağa kalktı.
Sahne Sonrası
Kulise geçtiğinde yönetmen koşarak yanına geldi;
“Seren, bu… bu harika bir şeydi. İnsanlar büyülendi.”
Seren sadece gülümsedi. Ama fazla bir şey söylemedi büyü bozulmasın diye.
Işıkların altında bir tanrıçaydı belki…
Ama ışık söndüğünde yalnızca Seren kalıyordu işte.
Oyundan Sonra
O gece montunu sessizce giydi, sonra kulisteki çiçeklerin kokusu peşinden sürüklense de ona hiç değmiyormuş gibi yürüdü ve kulisten çıktı. Binanın dışında onu bekleyen bir grup izleyici vardı. Her oyundan sonra olduğu gibi. Ama bu kez biraz daha kalabalıktı. Çocuklar gibi sabırsız ve heyecanlıydılar. Gözlerindeki merak da o kadar belliydi ki…
“Seren Hanım, inanılmazdınız!”
“Ben böyle bir performans görmedim.”
“Bir repliğiniz var ya… tüylerim diken diken oldu.”
Seren nazikçe gülümsedi, teşekkür etti, imzalar attı ve bolca fotoğraflar verdi.
Başkaları da mı vardı?
Kalabalığın içinden bir kadın yaklaşıp elini tuttu:
“Sahnedeki gücünüz… çok gerçekti. Bir kadının iç sesini bu kadar derin veren başka kimse yok.”
Seren gözlerini kadınınkinden ayırmadı ama bir süre sadece nefes aldı.
“Rol böyle gerektiriyor,” dedi sakin bir tonda ve kısa bir gülümsemeyle.
Konuşmalar, fotoğraflar, sonrasında tebrikler bir süre daha sürdü.
Sonunda kalabalık dağıldı; soğuğun yüzüne değdiği sessizlik kaldı geriye.
Şehrin ışıklarına arkasını dönen Seren montunun yakasını dikleştirdi ve üşüyen boynunu güzelce kapattı. Omuzlarını biraz daha çekti yukarıya. Yürümeye başladı.
Taksi çağırmayı düşünmedi.
Oynadığı karakter Aslı’nın sessiz yürüyüşünü kendi bedeninde hissederek adımlarını evine doğru çevirdi.
Sokaklar
Şehrin sokaklarında hafif bir gece rüzgârı esiyordu.
Posterlerde onun yüzü vardı: elmacık kemiklerini saran gölgeler, gözlerindeki ışık… Hepsi sanat yönetmeninin elinden çıkmıştı ama bu gece posterler bile ona yabancı görünüyordu.
Bir süre sonra sokaklar tenhalaşmaya başladı. Adımlarının sesi biraz daha belirginleşti.
Öte yandan kendi kendine, iç sesiyle konuştu:
“Sahne bir dünya. Dışarısı bir başka dünya. Eve döndüğümde hiçbirinin hükmü yok.”
Sonra sustu. Sanki bu cümleyi bile fazla bulmuştu.
Apartmanın Girişi
Kendi yaşadığı apartmanın loş girişine vardığında, floresan ışık yine titriyordu. Her gece olduğu gibi.
Seren tuşa bastı, ışığı kapatıp yine açtı. Işık bir an parladı, sonra tekrar titremeye başladı.
Asansörün kapısın açtı.
İçinde derin, yıpranmış bir sessizlik vardı.
Sahne ışıklarının parlaklığıyla karşılaştırıldığında asansörün soğukluğunun ne kadar keskin olduğunu ilk kez fark ediyormuş gibi hissetti.
12. kata çıktı. Koridorun halısı ince, eski ve sessizdi. Ayak sesleri neredeyse duyulmuyordu.
Anahtarını çıkardı. Kapının önünde bir an durdu.
Sahnedeki Seren ile şimdi kapının önünde duran Seren arasında ince bir çizgi vardı.
Oynadığı rol ile gerçek kişiliği arasındaki bu ince çizgi her kapının önüne geldiğinde biraz daha belirginleşiyor, o kapının ardında bambaşka bir dünyanın onu beklediğini fısıldıyordu.
Ve o dünyaya girmek için nefes aldı.
Uzunca, derin ve kararlı bir nefes.
Sahne Arkası ile Kapı Önü
Anahtarı çevirdi. Kapıyı hafifçe itti.
Koridor karanlıktı, yalnızca salonun kapısından koridora süzülen televizyonun dans eden ışığı halının üzerine bulanık ve hareketli bir leke gibi düşüyordu. Adımlarını yumuşatarak içeri girdi. Fısıltı kadar sessiz kalmaya çalıştı, sanki gürültü onun için bir suçmuş gibi.
Koridorda duran ayakkabılıktaki ayakkabılardan bir kaçı yerdeydi, ters dönmüşlerdi. Üzerlerinden parmak ucuna basarak sessizce geçti. Mutfak kapısı açıktı. İçeriye doğru baktı. Tezgâhta yatık duran bir bardak, halıda ince bir kırmızı iz…
Sahnede olduğu kadar sessizdi.
Oyunla gerçek hayat arasındaki çizgi o anda tamamen silindi.
Seyircinin hayran kaldığı “o gerçeklik”…
Evet. O gerçekti.
Bir sandalye devrikti.
Halı yamuktu.
Eve Dönüş: Sessizlik
Sahnedeyken seyirci onun gözyaşlarına, titreyen nefesine, çatlamış sesine büyük bir sanat gözüyle bakmıştı. Ama bunlar sanat değildi.
Hayattı.
Ve o akşam, ilk kez sahnedeki Aslı ile evdeki Seren’in aynı kadın olduğunu kabul etti.
Halıdaki lekenin olduğu yere eğildi. Parmaklarını, artık kurumuş olan koyu renkli dairenin üzerinde yavaşça gezdirdi. Kırık bardak parçalarına baktı; uçları hâlâ keskin, hâlâ tehditkârdı. Ayağa kalkıp geriye döndü. Mutfak kapısındaki izleri gördü. Her birine teker teker dokundu. Ahşabın liflerine işlemiş darbe izleri, parmaklarının altında hâlâ birer gölge gibi titreşiyordu.
Buzdolabın köşesindeki ezik…
Yerdeki kaymış halılar…
Duvarın hemen yanında devrilmiş küçük saksı…
Hiçbiri “o gün yaşanan bir talihsizlik” değildi.
Hepsi birer cümleydi.
Hepsi aynı adamın farklı ses tonlarıydı.
Seren, derin bir nefes aldı. O an, ne ağladı ne de korktu. Sanki bütün o şiddet, tüm darbe izleri, tüm susturulmuş geceler, bir zincirin son halkasıydı ve o halka nihayet kopmuştu.
Koridora çıktı yenide. Koridorun tam ortasında durdu. O kadar sessizdi ki, kendi nefesinin sesi bile çok yüksek geliyordu. Bir anda sahnedeki ışıkların parıltısını hatırladı. O alkışı, özgürlüğü ve akşam insanların nefesini tutuşunu. Onu izleyenlerin, “nasıl bu kadar gerçek oynayabiliyor?” diye kendi aralarında fısıldaşmasını…
Son Karar
Gerçek, artık oyunun kendisi değildi. Buradaydı. Yeter diye düşündü.
Kapıya yöneldi, ayakkabılarını sessizce yeniden giydi. Kapıdan çıkmadan önce durup geri baktı.
O eve, o duvara, o izlere…
İlk kez bir son değil, başlangıç gördü.
Sonra telefondan birini aradı.
“Merhaba,” dedi sakin ama titremeyen bir sesle.
“Ben çıkıyorum. Size geliyorum. Bu kez gerçekten yardım istiyorum.”
Ve o gece, korkunun değil, kararın gecesi oldu.
Seren ölmedi.
Bir önceki yazımı da buradan okuyabilirsiniz. → Gökyüzünde Sessizlik: Unutulmaz Bir Askerin Mektubu
Farklı yazılarımı buradan okuyabilirsiniz. → https://rotasizmasallar.blogspot.com/


