Arzularından, isteklerinden arınmış boş bir bedene sahip değilim ben.
Aslında tam tersini düşünürdüm kendim için.
Ruhu bedenini terk etmiş, gözlerine baktığınızda boş bir hastane odasının verdiği o kasveti hissettiren boş bakışlı bir insan.
İnsan diye bile adlandırmazdım kendimi aslında.
Ruhu olmayan boş bir et parçası, çöpün yanıma bırakılmış boş bir koliden farksızdır benim için.
Kendim için bu kadar acımasız düşüncelere sahip olmak da kendi zavallılığım.
Bu düşünceler ergenliğimden beri zihnimde aslında.
İstekleri, zevkleri olmayan
Eğlenmeyi bilmeyen
Sadece yaşamsal faaliyetlerini yerine getiren biriydim ben.
Ki şu an bile kendime dışarıdan bir göz olarak baksam bunları düşünürdüm.
Ancak şu an aynaya baktığımda, bana bile yabancı gelen yüzümde, dudaklarımda asılı kalmış o minik gülümseme bütün bu düşüncelerimi silip süpürmeye yeterli.
Benim gülümse dediğim bu garip ifadeyi başkası görse büyük ihtimalle yüz felci geçirdiğimi sanırdı. Bu beni biraz daha güldürüyor.
Zira badanasız duvarları andıran suratımda, bana yıllardır yabancı olan bir gülümsemeyi ağırlamak hem beynime hem de bedenime oldukça yabancı.
Sanırım ben de pek misafirperver değilim.
Ancak yemin edebilirim ki bir şeyleri öğrenmeye ilk kez bu kadar hevesliyim.
Bu gülümsememin sebebinin fakültenin yakınlarında bir yerde kedileri besleyen biri olması bana aciz hissettirmiyor değil.
Aslında onun hakkındaki ilk düşüncem kafayı sıyırmış olduğuydu.
Çünkü ocak ayının ortasında, damarlarımda akan kanı bile dondurabilecek kadar sert esen rüzgârda kedi sevmek benim için vakit kaybı ve vücuda yapılan eziyettir.
O gün ilk kez gözlerimiz buluştuğunda bana, hiç tanımadığı bir adama, gülümsemesi ise aptallıktı zannımca.
Bir haftanın sonunda artık o kedileri severken ben de duvara yaslanıp sigaramın dumanı ardından onu izliyor, gidene kadar da bulunduğum yeri terk etmiyordum.
Sanırım onu izleme isteğim ruhumun yeniden inşa edildiğine dair bir işaretti(?)
Zira başlarda aptallık dediğim o dondurucu soğuğa katlanmamın başka bir nedeni olamaz. Olmasını da istemezdim zaten.
3 haftanın sonunda yanıma gelip kucağındaki kediyi bana doğru tutarak “Sevmek ister misin?” diye sorduğunda evet demiştim.
Bu dört harflik kelime dudaklarımdan kendi kendine çıkıvermişti.
Kalbim sanırım varlığını göstermeye karar vermişti. Kendisiyle bu aralar pek anlaşamıyoruz.
Bu kadar hızlı atmasını kesinlikle kınıyorum.
Ayrıca tanrı şahit ki kucağıma verdiği kediye tiksinerek bakmıştım.
Tüy yumağı bana sürtündükçe sinir katsayım artıyordu fakat karşımda bana gülümseyerek bakan kadın ruhumda papatya çayı etkisi yapıyordu.
İlerleyen zamanlarda, yanılmıyorsam bahar başları, iletişimimiz arttı.
Ona kahve içmeyi teklif ederken oldukça özgüvenli ve rahattım.
Bunun sebebinin evde bu konuşmayı binlerce kez tekrar etmem olduğunu sanmıyorum(!)
Ama bu yaptığımdan zerre pişman değilim çünkü -şükürler olsun- artık tek ortak zamanımız o tüy yumaklarını sevmek değil.
Ah, ayrıca son zamanlarda sıkça kıvrılan dudaklarım ve kalp krizi geçirtecek kadar hızlı atan kalbim bana çok da yabancı değil.
Bu misafirperverlik işini beceriyorum sanırım.
Ayrıca yine son zamanlarda hem beynimi hem ruhumu esir alan onu öpme arzusu pek de yardımcı olmuyor.
Bu hisleri ergenliğinde bile hissetmemiş biri olarak rahatsızlık duyduğum doğrudur.
Ve yine tanrı şahit eğer onun da bakışları arada dudaklarıma düşmese bir sapık gibi hissedebilirdim.
Yine bir gün -maalesef ki- kedileri severken, evet tüy yumağından kediye terfi ettiler, yaptığım bu içsel çatışmalardan beni koparan şey dudaklarımın üstündeki yumuşak bir dokunuştu.
Benim bütün korkularımın arkasına sakladığım arzu, sevgi, hoşlantı gibi duyguları artık zihnimin unutulmuş köşelerindeki dolaplara tıkmam bundan sonra pekâlâ mümkün değildi.
Tanrım, dedim kendi kendime.
“Aşk da neymiş?”
Ben daha yeni sahip olduğum ruhumun büyüttüğü tüm çiçekleri onun ruhuna kattım.
Aşk da neymiş…
Ben hissettiğim bu yabancı duyguyu asla insanoğlunun elinde harcayıp, yıprattığı aşk adı altına sığdıramam, sığdırmak istemem de.
Bu onun bana şu ana kadar sunduğu tüm gülümsemelere ihanet olur.
Dudaklarımda hissettiğim minicik bir dokunuşun tüm siyah beyaz dünyamı bir anda renklendirmesi, onun karşısındaki acizliğimi bir kez daha gösterdi bana.
Boş bakan gözlerimde artık onun gözlerinden çaldığım evrendeki tüm yıldızları saklıyordum.
Şimdiyse eskiden duvarları boş olan evimde tablolar asılı.
Televizyonun yanındaki küçük masada bir gramofon, onun seçtiği bir parçayı çalıyor.
Kucağımdaki kedi kesinlikle sevdiğim bir detay değil(!)
Beyaz düz duvarlarımı rengarenk boyayan şey tüm evde izini bırakan kahkahalarımız.
Evet artık dudaklarımı kıvırmaktan daha fazlasını yapabiliyorum.
İyi bir misafirperverim diyebilirim artık.
Çünkü kalbimde ağırladığım kadın bana yaşamayı öğretmişken ona iyi bakmamak en büyük ayıbım olur.
Şu an elinde iki tane kahve kupasıyla gülümseyerek gelip yanıma oturan kadın ruhumun yetiştirdiği tüm çiçekleri hak ediyor.
Artık birlikte geçirdiğimiz kaçıncı ocak ayı bilmiyorum.
Ama bir sonraki ocak ayı yine küçük evimizde kucağımda bu tüy yumağıyla birlikte ona sarılırken uyuyakalacağımı biliyorum.
Daha kaç öpücüğü
Kaç kahkahayı
Kaç geceyi
Kaç tartışmayı
Kaç sarılmayı paylaşırız bilmiyorum.
Ben onunla olduğum her gün için sonsuz 365’den geriye sayıyorum.
Zaten kendimize ait o sözsüz melodinin üstünde dans ederken yelkovanla akrebin birbirini kovalaması çok da ilgimi çekmiyor.