Bu terkedilmiş taşra diyarında insanlar, hayatlarını arayışlar içinde geçirirler. Genellikle bulamadan önce aradıkları şeye kilitlenirler ve ölüm, bu süreçte sıradanlaşır. Kimi ise neyi aradığını bilmeksizin, belirsizlik içinde yaşamını sürdürür ve sonunda yok olur gider.
Bu kasabaya atanmam üzerinden iki ay geçti bile. Kısa süreli bu zaman dilimi, içimde bir tür sıkıntıyla doldu. Pazar günüydü ve hava oldukça soğuktu. Kahvaltımı yaparken, çay demlemiştim. Annemin yolladığı ufak tefek eşyaları evin içinde düzenlemeye çalışıyordum. Haftanın yorgunluğu, okulun ağırlığı üzerimde hissediliyordu. Düzenleme işini bir kenara bıraktım ve mutfak bölümüne doğru ilerledim. Atmosfer buz gibiydi. Çaydanlıkla birlikte odama yürümeye başladım. Bu evde mutluluğu arıyordum, ama belki de bir yabancının gelip sadece mırıldanması, gününün boşluğunu anlatması, hatta okuduğu fakülte hakkında konuşması bile yeterli olabilirdi. Çayın buharı odayı biraz ısıtmış olsa da içimde bir bunalım hissediyordum. Pencereyi araladım ve dışarıdaki rüzgarla birlikte içimde bir düşünce seli dolduğunu hissettim. Aniden, bu ince duygunun altında eziliyormuş gibi hissettim kendimi. Kar taneleri rüzgârın etkisiyle yüzüme çarpıyordu, saçlarım ıslanmıştı, aldırmadım.
Kafamı geri çektim ve işte tam o anda onu gördüm. Evimin penceresi bir kadını aralıyordu. İneğini sağarken, bir küçük keçi onun etrafında dolaşıyordu. Kadın, keçiyi kollarına aldı, kaldırdı ve usulca öptü. Zamanla, bu manzara gözlerimde bir anlam kaybına uğradı. Duyularım, kadının keçiyi her öptüğünde içimde derin bir ürperti yaratıyordu. Bu, her sabah tekrarlanan bir rutine dönüşmüştü artık. Ben çayımı alırken, kadını dikkatle izlemeye devam ediyordum. İneğini sağan ve keçisini öpen kadını.
Bir pazar günüydü. Ağzımda bir şarkıyı sakız diye çiğniyordum. Köy meydanındaki kalabalığı gördüğümde çiğnemeyi bırakmıştım. Cenazedir diye geçirdim aklımdan. Ertesi pazar aynı kalabalık yine meydandaydı. İzlemeye devam ettim. Şaşırtıcı olan şey çoğunluğunun kadın olmasıydı. Beşli altılı gruplar halinde kümeleştikten sonra kol kola yürümeye başladılar. Uzaktan bakınca bir karınca sürüsünü andırıyordu. Beyazlığın ütüsünü bozarak yürüyordular. Paltomu giydiğimde çoktan dışarıdaydım.
Arkalarından koyuldum. Usul katılaşmış karların üzerine basarak yürüyordum. Ayakkabımın karlara bastıkça çıkardığı sesten hoşnuttum. Yürümek nereye gider, yol neydi? Sorular kafamla ben karla cebelleş oluyordum. Sonunda yetişebildim onlara. Bilerek biraz arkalarında kalmıştım. O kadar dalmışlardı ki attıkları adımlara, peşlerinden birinin geldiğinden habersizdiler. Kimse arkasına ötesine berisine bakmadan salt önüne bakarak yürüyordu. Sonra keçisini öpen kadını gördüm hayal meyal. En öndeki grubun içindeydi. Yürüyüşünde bir kararlılık vardı. Karın şiddeti onları pek etkilemiyordu. Aksine kar şiddetini ne kadar arttırırsa artırsın onlarda anlayamadığım bir acelecilik görüyordum. Salt üşümekten değildi bu, biliyordum.
Soğuk, yüzüme bir tokat gibi çarpmaya başladı. Dağa tırmanan düzlüğü yeni aşmıştık. Ayaklarımda artık dayanacak güç kalmamıştı. Soluklanma arzusuyla duraladığımda, sanki onlar bunu bir fırsat olarak görüp daha da hızlanıyorlardı. Kendimi toparladım. Birden, arkamdan bir ses duydum. O seste bir tokluk vardı.
- Hey!
Arkamı döndüm. Birinin bana doğru emin adımlarla geldiğini gördüm. Kim olduğunu ancak yanımda durunca anladım. Mahallenin bakkalıydı. Adına Bıyıklı Ahmet derlerdi.
- Yolculuk nereye öğretmen?
- Köylüler nereye ben oraya Bıyıklı emmi.
Yüzünde anlam veremediğim bir his vardı. Gözleri yalnız bir yere bakıyordu. Bütün ömrü bir yere bakarak geçmişti. Tek telaşı ailesi ve pazartesi günleri gelen toptancıydı. Bir de eşeği vardı.
- Bu yol bir yere varmaz, dedi Köylü kadınların ritüelidir bu yürüyüş. Yukarı – ‘aha’ diyerek eliyle işaret etti- çapaktan seğirtip geri dönerler.
- Ritüel derken?
- Sorma gitsin. Bakkala gelen ritüel diyor giden ritüel diyor. Ben de anlamadım. Ama ayin gibi bir şeydir muhakkak.
- İyi de neden yürüyorlar?
Uzun bir süre öksürdü. Sonra benden öte tükürdü.
- Muhtarın kızı. Adı… Hay Allah unuttum bak. Hah Nurgül’dü. Senin gibi öğretmendi o da. Fidandı kızcağız. Çok şeker vermişliğim vardır küçükken. Babasını da çok severdim. Babası… (duraksadı, ağzının kenarını sildi.) Bir Pazar günüydü. Dağda çeteler çatışmaya başlamış. Bunu babasını aramış jandarma. Yol göstersin diye. Dağa doğru, önde jandarma arkada muhtar koyulmuşlar yola. Gidiş o gidiş. Bir daha haber alamadılar gidenlerden. O gün bugün soğuk kış demeden yürürler böyle.
Uzaklara daldım. Köy şimdi bir sis bulutunun altından anca seçiliyor. Tek tük bacalardan çıkan dumanları görüyorum. Kar durmuştu. Soğuk yine aynı soğuktu. Arada bir bıyıklıya bakıyorum. O da bana bakıyordu ama gizler gibiydi bakışlarını. Yol boyunca öksürüp durdu. Öndekiler soğuğu bastıran bir mırıltı tutturmuşlardı. Bir an, zamanın nasıl geçtiğini unuttum. Ama kısa bir süre sonra, bulutların arasından sızan güneşin ışıklarıyla irkildim ve kendime geldim. Yolculuk boyunca, kafamda bin bir düşünce dönüp duruyordu. Bıyıklı Ahmet’in anlattığı hikâye, köylülerin bu ritüel yürüyüşlerinin ardındaki gizemi bir nebze açıklamış gibiydi. Ancak bu, bana hala yeterince tatmin edici gelmiyordu. Bir şeyler eksikti.
Nihayet, grup yavaşça dönüşe geçti. Aynı yoldan geri dönmeye başladık. Meydana vardığımızda, Bıyıklı Ahmet durdu ve bana döndü. Gözlerinde bir şeyler vardı, anlatılamaz bir derinlik. “Öğretmen,” dedi, sesi yorgun ama kararlı, “belki de herkesin hayatında aradığı şeyi bulmak bu kadar uzun yürüyüşlerde değil de kısa ama anlamlı anlarda bulmakla mümkündür. Aramak, umudun pusulasıdır; yönünü kaybedersen, umut da yitip gider.”
Sözlerini düşündüm ve derin bir nefes aldım. Yürüyorduk. Bıyıklı selam verip bakkala doğru yol aldı. Belki de aradığım şey, tam da bu anlamlı anlarda gizliydi. Kaybolan bir baba, ritüel ve keçisini öpen kadın. Sonunda, köy meydanında tek başımaydım.
Gökyüzü hala bulutlarla kaplıydı, ama içimde bir aydınlık vardı. Hayatın anlamını aramak, bazen uzun yürüyüşlerde değil, içimizdeki sessizlikte ve anlamlı anlarda bulunabilirdi. Belki de, bu köydeki insanların yaptığı gibi, bazen sessizlikte kaybolup gitmek gerekiyordu. Umut, her zaman bir yerlerde var olabilirdi, sadece onu bulmak için doğru zamanda ve doğru yerde olmak gerekiyordu. Öğretmen diyordu biri, duyuyordum. ‘Umudu dürt umutsuzluğu yatıştır.’