Odanın penceresinden görünen güneş, belli belirsiz odayı ısıtıyordu. Hoş kaloriferler harıl harıl yanıyordu ama hastalarımız, sanırsınız kutuplardan yenice gelivermişlerde oracıkta soluklanıyormuş gibiydiler. Hatta bazıları olayı iyice abartıp, ter ve çiş kokusuna inat camı açtırmazdı. Olsundu. Birbirimizi incitmekten çekinirdik biz. Çünkü birbirimize muhtaçtık.
Elime su ısıtıcısını alıp koridorun sonundaki çeşmeden su doldurdum. Su ısınınca hepimize birer sallama çay yaptım. Öyle demeyin, sallama çay en kallavi içecekti. O ki küsleri barıştırır, hastaları iyileştirir, yılların yorgunluğunu derdest ederdi.
Her bireri çaylarını höpürdete höpürdete içerken hastalarına bakar: ‘’Sana yasak’’ derlerdi. Hastanınsa umurunda değildi zaten.
Burada hayat çok erken başlardı. Hatta bitmez, başlamaz bir döngünün içine hapsolmuşçasına, geceler gündüz, gündüzler gece olurdu.
Tek aktivitemiz sabah, öğle ve akşam yemeklerini hastalarımıza yedirmek. Kalanını da afiyetle yemekti.
Sabah seremonisi biter, hastaların serumları takılır, kanları alınır, ilaçları verilirdi. Bundan sonra odaya geçici bir sessizlik çöker, millet birbirinin yüzüne bakmadan bir şeylerle oyalanırdı.
Ben kanserden yatan anacığımın refakatçisiydim. Yanımdaki yatakta kalp ameliyatı olan hastanın kızı karşımdaki Hipoglisemiden yatan halasının…
Şuna da değinmeden geçemeyeceğim: Biz refakatçiler uzun yatışlarda, ortamın havasından olsa gerek hastalanırdık. Böyle olunca yan komşumuz hem bizimle hem hastamızla ilgilenirdi. Hey gidi ne dostluklar kurulurdu bu odalarda. Tıpkı asker arkadaşlığı gibi hastane arkadaşlığı olunurdu. Birbirimizin numarasını alıp epey zaman görüştükten sonra unutuverirdik her şeyi. Anlayacağınız bir o kadar da nankördük.
Bir gece yanı başımızdaki hasta taburcu oldu. Yerine orta yaşlı, kara yağız, güzel denilebilecek bir kadın geldi. Kadının geceliğinde kömür karası lekeler vardı. Tecrübelerime dayanarak karşı refakatçiye, sessizce ‘’intihar’’ dedim. Refakatçi ağzımdan bir şey kaçırırım diye eliyle ağzını kapatıp hayretle gözlerini açtı. Ben de muzaffer bir edayla başımı salladım.
Aradan saatler geçti. Hiç kimse ağzını açıp bir kelime etmiyordu. Tek yaptığımız göz ucuyla yeni hastayı incelemekti.
Sessizliği sağ üstteki refakatçi bozdu:
-Neyin var kızım? Geçmiş olsun.
Cevabını bilmediğinden değil hani. Maksat muhabbeti başlatabilmekti.
Başını ona doğru istemsizce çeviren hasta başından geçen elim olayı gözyaşları içinde anttı. Sonunda yorgun düşüp uyudu.
Biz refakatçi tayfası böyleydik işte. Yeni bir hasta gelse de onun hikâyesini dinlesek diye kapılarımızı sonuna kadar açardık. Öyle ya, ne de olsa bir işimizde buydu bizim.
Kendi derdimizi unutup, onunkini dinlemek hoşumuza gidiyordu. Fakat bunu ne kendimize ne de diğerine itiraf edebiliyorduk.
Ama durun! Hakkımız yemeyeyim. Bizler birimizin başına bir şey gelse, birlik olur sorunu köküne kadar çözmeden rahat edemezdik.
Birimizin dışarıda işi olsa, diğeri hastamıza refakat eder, tüm ihtiyaçlarını karşılamaktan geri durmazdı.
Günlerimiz dayanışma, çekişme ve dedikoduyla geçerdi.
Gün gelir hastalarımız iyileşirdi. Hepimiz bir oh çekip, kendimizi dışarının hengâme dolu debdebesine atıp bir o yana bir bu yana savrulur dururduk. Ta ki yeni bir hastalık kapımızı çalana dek.