Sokak lambalarının henüz tam sönmediği, sabahın en sessiz vaktinde Cemal yürüyordu. Adımlarını, kaldırım taşlarına sinmiş geçmiş zamanların usul ritmine uydurmuş gibiydi. Elindeki anahtar demeti, eski bir melodiyi hatırlatırcasına yürüyüşüne eşlik ediyor, martıların ürkek sesleriyle birleşerek Alsancak’ın yorgun sokaklarına zamansız bir musiki serpiyordu.
Karşı kaldırımdaki simitçinin arabası henüz açılmamıştı. İzmir’in uykudan uyanmadığı bu saatlerde, şehrin gövdesinde sadece garın taş duvarları ayaktaydı sanki; büyük, ağırbaşlı ve suskun. Cemal, tren garına yaklaşırken bir an durdu, alnını saran hafif terin serinliğinde, gökyüzüne baktı. Bulutlar düşük, rüzgâr durgundu. Ve her sabah olduğu gibi, saatine baktı: 07:14.
Bu saat, yıllardır değişmeden onun gününü başlatan eşik olmuştu. Ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra. Bu saatte garın ağır demir kapısına dokunmak, onun için neredeyse bir dua etmek gibiydi. Parmak uçları, zamanla pürüzleşmiş metalde gezinirken, geçmişin suskun aynasına dokunuyormuş gibi titredi. Anahtar demetinden doğru olanı seçti, çevirdi. Kapının çıkardığı tok ses, sabahın ilk kelimesi oldu.
Rayların gölgesine ilk adımını attı.
Günün ilk treni henüz gelmemişti. Garın içi, eski saatlerin tik taklarıyla dolu gibiydi. Yüksek tavanlardan sarkan lambaların solgun ışıkları, duvarlardaki kabartmalara yumuşak gölgeler düşürüyordu. İleride, boş bankların ardında, yüksek duvara asılı yuvarlak bir saat vardı. Sararmış kadranı, zamanın nemli soluğuyla solmuş, siyah rakamları yer yer silinmişti. Saatin çerçevesi, demiryolu makinelerinin isine bulanmış mat bir metaldi; her geçen trenin titreşimiyle hafifçe sarsılır gibi olurdu. Akrep ve yelkovan, 06:47’yi gösteriyordu. Aylar önce durmuştu. Kimse tamir ettirmemişti. O da hikmetince kabullenmişti.
Masa başına geçti. Eski defterini açtı. Tarih attı, titiz bir el yazısıyla:
“10 Mart 2000 – Sabah. Masamdayım. Yağmur sakin. Sessizlik derin.”
İşte o sabah, her şeyin aynı olduğu bir günde, o kadın yeniden geldi.
Kadının gelişi, sabahın kendisi gibi sessizdi. Ne ayak sesleri duyulmuştu, ne de bir kapı gıcırtısı. Bir anda oradaydı; sanki rayların arasından yükselmiş, zamanın kıvrımlarından süzülüp çıkagelmişti. Uzun siyah paltosunun ucundan damlayan birkaç damla yağmur suyu, taş zeminde küçük gölcükler bırakıyordu. Cemal, başını defterinden kaldırdığında onu gördü.
Kadın, her sabah aynı saatte geldiğini fark etmemişti henüz. Cemal içinse bu rastlantı artık bir düzen hâline gelmişti. Onun gelişiyle birlikte garın sessizliği farklı bir renge bürünüyordu; ne tam sessizlik, ne de ses… Bir tür yankı. Kadın gişeye yaklaştı, bozuk paralarını çıkardı, elleri titreyerek.
“Menemen’e, tek yön,” dedi. Sesi çatallaşmıştı, muhtemelen farkında değildi lakin her sabah aynı ses tonuyla, aynı cümleyi söylerdi.
Cemal başını salladı, bilet makbuzunu yazdı. El yazısıyla. Makinenin tuşlarını dokundurmaktan hep kaçınmıştı, çünkü yazının kavisinde insanı gösteren bir şeyler olduğuna inanırdı. Kadının gözleri bir an bileti alırken onun parmaklarına kaydı. Ardından hızla arkasını dönüp çıktı.
Kadın peronun sonunda, rayların tam karşısındaki duvar dibine yürüdü. Orada bir banka oturdu. Ellerini dizlerinde birleştirmiş, başını hafif eğmişti. Tren gelince ayağa kalktı. Ama binmedi. Gözlerini trenin pencerelerine dikti. Yolcuları izledi. Sonra tren kalkınca yine oturduğu yere döndü. Tıpkı dün gibi. Tıpkı önceki gün gibi.
Cemal, bu sessiz ritüelin içinde kadını ilk kez gerçekten fark etti. O sabah, defterine bir not daha düştü:
“Saat 07:46 – Siyah paltolu kadın yine geldi. Menemen bileti aldı. Binmedi. Gözleri uzun süredir rayların üzerinde. Gidemeyen ama kalmayı da beceremeyen biri gibi.”
*
Raylar sabah güneşinde ince ince parlıyordu. Gümüş bir ip gibi şehrin içine uzanan bu eski demir yolunda, her gün tekrar eden hareketlerin ardında, Cemal bir tür sır sezmeye başlamıştı. Kadının gözlerini raylara her diktiğinde, onun ruhunun derin bir kuyusuna eğiliyormuş gibi hissediyordu.
Kadının davranışı, Cemal’in içinde, yıllar önce tozlu bir defterin arasına sıkışmış bir anıyı kımıldattı. O zamanlar yirmili yaşlarının başındaydı; henüz askerlik dönüşü, aceleyle şehirde iş aradığı günler. Karşıyaka vapur iskelesinde tanımıştı birini. Kalabalık bir akşamüstüydü. Kadının elleri ceketinin cebinde kaybolmuştu ama bakışları denizin üstünde geziniyordu. Cemal, o bakışta, kendi suskunluğunu görmüştü. Günlerce aynı saatte aynı yere gitmişti. Göz göze geldiler, gülümsediler, ama hiçbir şey söylemediler. Ne bir ad, ne bir soru. Ve bir gün kadın gelmedi.
İşte şimdi, aradan geçen bunca yıldan sonra, başka bir kadının her sabah bir tren bileti alıp hiçbir yere gitmemesi, onun zihninde o suskun hikâyeyi yeniden çağırmıştı. Bu yalnız bekleyiş, yalnızca kadına ait değildi. Kendisinindi de.
Günler birbirini kovaladı. Feride –adını henüz bilmiyordu Cemal, ama defterine ona verdiği bu isimle kaydediyordu artık– her sabah 07:38’de çıkageliyor, aynı bilet için uzanıyor, sonra yine binmeden rayların kıyısına oturuyordu.
Martılar sabah daha erken bağırmaya başlamıştı. Bahar çaktırmadan sokaklara sinmişti. Rayların arasından ince yeşil otlar fışkırıyor, uzaklardaki dağlar gün doğarken siluetini biraz daha yaklaştırıyordu. Ama Feride’nin duruşunda hiçbir şey değişmemişti. Ne paltosunun düğmeleri çözülmüş, ne saçına yeni bir toka eklenmişti. O, hep aynı kadındı.
Ve Cemal, bu ritmin sarsılmaz bir parçası haline gelmişti.
Onun geleceğini bilmek, sabahlarını tanımlıyordu artık. Bazen defterine yazmadan sadece izliyordu onu. Bazen bir çay alıp uzaktan seyrediyor, bazen raylara yürüyen ayak seslerini ezberliyordu.Bazen, kadın gözlerini tren camlarına değil de gökyüzüne çeviriyordu. O anlarda, Cemal’in kalbinde bilmediği bir yer titriyordu. O bakıştaki sakin ama koca teslimiyeti derinden seziyordu.
Ve sonra, bir sabah, o malum sabah geldi.
Saat 07:14’te kapıyı açtı Cemal. Rayların üzerine sabahın ilk gölgesi düştü. Masasına oturdu. Saat ilerledi. 07:32… 07:37… 07:40…07:46…
Kadın gelmedi.
Kapıya döndü birkaç kez. Perona yürüdü. Gözünü rayların karşısındaki banka dikti, boştu.Gişeye döndü. Masanın çekmecesinden o sabah için hazırlanmış boş bir bilet çıkardı. Üzerine eli gidip geldi. Yazmadı.
Sonra defterini açtı, kalemini tuttu. Uzun süre yazamadı. En sonunda sadece şunu not düştü:
“Bugün gelmedi.”
*
Aynı günün öğleden sonrası… Şehirde ani bir haber yayıldı. Basma Kağıt Fabrikası’nı geçen dar hat üzerinde bir kaza olmuştu. Eski bir vagon, manevra sırasında raydan çıkmış, makinist ağır yaralanmıştı. Saat sabah 08:15. Menemen hattı.
Gazete haberinde isim yoktu. Yalnızca bir cümle dikkat çekiciydi:
“Görgü tanıkları, rayların yanında duran bir kadının son anda vagonun önüne atladığını beyan etti.”
Cemal, ertesi sabah istasyona yine gitti. Gişeye yaklaşmadı. Sıra demirlerinin ardında durdu, elini cebine sokup, önceki günün bilet fişini çıkardı. Buruşturup atmak geldi içinden ama yapmadı. Sadece baktı. İçeri girip defterini açtı ve kalemini tuttu. Ellerinin titrediğini fark etti ama yazmak zorundaydı. Her şeyin üzerine bir katman gibi yerleşmiş olan sessizlik, şimdi sözlere dökülüyordu:
“Biliyorum, ölen o. “
Cemal, kalemi birkaç kez kağıdın üzerinde gezdirdi, ama yazmaya devam edemedi. İçinde o kadar çok düşünce birikmişti ki, onları bir kelimeyle açıklamak, bir cümleyle bitirmek neredeyse imkansızdı. Derin bir nefes aldı ve kalemle defteri kapatmadan önce son bir şey yazdı.
“Keşke…”
GİZEM ENGİN