Aylardır yataktaydı. Yatakta olmasının nedeni bedeninden çok ruhuydu belki ama ruhunu kimse görmediği için sadece fiziksel rahatsızlığından dolayı yatakta gibi görünüyordu. Ablasının ısrarları üzerine ilk defa sokağa çıktı. Yaz sıcağında buharlaşan asfalt gözlerini kamaştırıyordu. Neyse ki kentin en nezih yerlerinden olan bu caddenin geniş kaldırımları ve devasa çınarları kaldırımdan sıcağı uzak tutuyordu. Hoş sıcak olsa da Merin bunu hissedecek durumda değildi. Sevinç ya da üzüntü denen uç duyguları çoktan unutmuştu çünkü. Ablası arkada o önde cadde boyu etrafı seyrederken ablası arkadan durmadan konuşuyor Merin dinlermiş gibi yapıp başını sallıyordu. Başını sallıyor ara sırada ablasını mutlu etmek için arkasını dönüp ablasına kırık bir gülücük gönderiyordu. Cadde cıvıl cıvıldı ama vitrinlerin albenisi bile Merin’e çekici gelmiyordu. Ablası kardeşini mutlu etmek için vitrinden ilgisini çeken şeyleri gösteriyor,
“Aa! Canım bak bu sana çok yakışır istersen alalım mı?..” gibilerden birçok şey konuşuyordu. Merin de aynı duygularla ablasını mutlu etmek için hayır anlamında başını sallayıp minik gülüşler gönderiyordu. Bir ara yeni bir mağazanın açılışı için kaldırımdaki palyaçonun komik hallerini görünce uzun zamandır unuttuğu bir kahkaha indi dudaklarına. Ve ağız dolusu gülüyordu ki karşı kaldırımdaki yüksek duvarlarda gördüğü kocaman posterleri görünce gülüşü donuverdi. Gözleri o posterlerdeki adama çakılı kaldı. Afişin üzerindeki yazıyı tekrar tekrar okudu. Kentte ünüyle nam salmış bir tiyatronun reklamıydı bu. Ekibin en başındaki isim ve resim kalbini sıkıştırdı. Kalbini sıkıştıran isim büyük puntolarla yazılmıştı. Necati Yıldız. Ablası durumu fark ettiğinde Merin’i hemen uzaklaştırmak istedi ama o ısrarla birkaç dakika daha kalmak istedi. O anda ablasının yıllar önce söyledikleri kulaklarında çınlıyordu.
“Kızım adam tiyatrocu, sana oyunun alasını oynar da ruhun duymaz…”
Haklıydı belki ablası hatta belkisi yoktu haklıydı ama Merin o zamanlar bunu göremeyecek hissedemeyecek hissetse bile kendisine anlatamayacak kadar aşıktı…
O posterin karşısında, o adamın bakışlarında, o adamın isminin içinde kaybolmak istedi. Merin çok uzaklardaydı şimdi…
Karşılaştıkları tren garının keskin demir kokusu geldi burnuna. Her buluşmada saçlarına taktığı papatyadan taçları anımsadı. Bazen hem başına hem kulaklarına hem de saçlarının arasına takardı. Saçları adeta papatya tarlasına dönerdi. Görenler tekrar tekrar döner bakar papatya saçlı kadın diye birbirlerine fısıldarlardı. Necati bu kadarla da kalmaz etraftaki insanları hiç umursamadan bir şiir patlatırdı Merin’e.
O ela gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali bir minnacık bir evdi,
Bahçesinde papatya
Hanımeli açan bir ev.
Nazım Hikmet’le kendini özdeşleştirmeyi seviyordu Necati. Onun dizelerini kendince uyarlayıp Merin’in gözlerinin içine bakarken aşkla sunardı şiiri. Yüzünde alaysı bir tebessüm olurdu o anda ama Merin bu alaysılığı ciddiye almaz kalbinde kelebekler uçuşurdu. Necati devam ederdi.
“Tıpkı onun gibi, ben de senin gözlerinin hapsindeyim.” derdi. O zamanlar Merin Necati’nin Nazım’ı oynadığını hissedemezdi.
Nikah günlerinde de siyah uzun saçlarına papatyadan bir taç kondurup, papatyalarla dolu kocaman bir salıncak hazırlatmıştı. Ayaklarını yerden aşkla kesmişti. Ve sürpriz olarak hazırladığı kır düğünlerinde de ayaklarının altına bir seferde sermişti yüzlerce papatyayı. Bu kez de tutkulu erkeği oynamıştı ona ve ayaklarına…
Merin’in yüreğindeki o tiyatrocu adam sadece başkaları için değil Merin içinde çok yakışıklıydı. Necati’nin yanındayken ela gözlerinin derinliklerine baktığında içi erirdi. Onun için tek mutluluk vardı onun adı da Necati’ydi. O zamanlar bu duygu karşılıklıydı ya da Merin böyle düşünmek istiyordu. Onun da ayakları yerden kesilmiş onu tanıdıktan sonra toy bir delikanlıya dönüşmüştü sanki. İki deli kan iki ayrı bedende ancak tek bir yürek olarak atıyordu adeta. Öyle miydi gerçekten ya da Merin’in kendine itiraf etmekten bile kaçtığı başka bir şey miydi? Necati’nin flörtöz olduğunu hissediyordu. Ruhundaki şiir sevdasının ve rol kesme alışkanlığının sadece sahnede değil gerçek hayatta da uygulama hastalığının oldukça ileri seviyede olduğunun farkındaydı. Necati’nin kendisine sunduğu her güzelliği başka bir kadına da sunabileceğini düşünüyor sonra da düşündüğünden utanıp biricik aşkının onu asla aldatmayacağı fikriyle kendini mutlu ediyordu. Çünkü onun Necati’si biricik sevgilisine rol kesmezdi. Hiçbir rol onun yaptığı her şey de o kadar samimi olamazdı. Mesela onun Necati’si ne zaman Merin’e sarılsa dudağının kenarındaki küçük beninden bir öpücük almadan bırakmazdı. Onun Necati’si yer mekan zaman gözetmez canının çektiği her yerde onu öpücük yağmuruna tutardı. “Dudakları kainata bedeldir papatya saçlı kadınımın” derdi. Birbirlerini saran parmakları sanki dans ederdi bedenlerinde. Onun kadını olmak bir şerefti Merin için.
Her güzel şeyin bir sonu vardır derlerdi de Merin kendisi aşklarının bir sonu olabileceğini asla düşünmez ve bu sözü asla kendi evliliğinin üstüne kondurmazdı. Ta ki o güne kadar…
Annesini ziyarete gittiğinde sevgili eşine sürpriz yapmak için döneceği günü söylememişti ya da içini kemiren bir şeyleri gün yüzüne çıkarmak için sürpriz ayağına yatmıştı. Merin bunu kendine itiraf etmek istemese de dışı -sürpriz- derken içi -baskın- demekten kendini alamıyordu.
Zile basmamıştı. Öyle ya sürprizde zile basılmazdı. Parmak uçlarında yürüyerek doğruca yatak odasına gitti. Yatak boştu ancak çok dağınıktı. İçini kemiren kurdun emirlerine uyarak ellerini ve gözlerini çarşafta gezdirdi. Sarı papatyalı çarşafın üstünde henüz kurumamış beyaz ıslaklıklar vardı. Merin’in kalbi ritmini çoktan bozmuştu. Üstelik banyodan gelen kahkaha seslerinin bir erkek ve kadına ait olduğunu anlamak çok zor değildi.
Gitmekle kalmak, avazı çıktığınca bağırmakla susmak, evi yakmakla sessizce çekip gitmek arasında uzun süre gitti geldi. Gözleri karşı duvardaki düğün fotoğrafına takıldı. İçindeki fırtınayı o fotoğrafı yere fırlatıp üstünde tepinerek birazda olsa hıncını giderebilmişti. Ancak fırtına bu kadarla bitecek gibi değildi. Dudaklarından çıkabilecek en yüksek tonuyla çığlığını bastı.
“Laneeet olsuuun! Üstelik benim yatağımda”
Bu odada hatta bu evde daha fazla kalamazdı. İhanetin pis kokusu genzini yakıyordu. Öyle pis bir kokuydu ki bu içindeki bütün papatyaları soldurdu. Güçsüzleşen bacakları bir anda çözüldü ve yatağının yanına çöktü. Dizlerinin üstüne kapanıp hıçkırıklara boğuldu.
Sokağa fırladığında içindeki fırtına azalmak yerine git gide hızını artırmıştı. Nereye gittiğini bilmeden hızla koşmaya başladı. Elleri yüreğinin üstünde nefes nefese koştukça koştu.
Gecenin karanlığına rağmen karşısına çıkan bir inşaat gözüne takıldı. Sokağın ortasında uzun bir süre inşaatı seyretti. Evet kafasındaki sonu uygulamaya geçirmeliydi. Aceleci adımlarla inşaatın en üst katına çıktı. Artık ölmeye hazırdı. Onun için yaşamanın hiçbir anlamı kalmamıştı. Saç dipleri sızlıyordu. Bu sızı içindeki ve saçındaki papatyaların bir bir koparılışıydı onun için. O anda bilinçsizce parmaklarıyla saçlarını yolduğunun farkında değildi. Usulca ayağa kalktı. Ürkek adımlarla inşaatın ucuna kadar geldi. Gözlerini kapattı. Artık huzura uçma zamanıydı. Kanatlarını açtı ve boşluğa bedeniyle beraber ruhunu da uçurdu…
Sonrası kabus gibiydi. Onu inşaat işçilerinin bulduğunu, hastaneye getirdiklerini, kendine geldiği zaman anladı. Artık yürüyemeyecekti. Oysa onu yürüyemeyecek olmak değil, yaşıyor olmak hayal kırıklığına uğratmıştı. Bedenindeki kırıklardan ziyade ruhundaki kırıklıklar nedeniyle uzun süre psikolojik tedavi aldı…
“Merin beni duymuyor musun?”
Ablası omuzlarından sarstığında kendine gelebildi genç kadın. Her şey geçmiş miydi, geçen zaman içinde yüreği şifa bulmuş muydu, yeniden içinde papatyalar açacak mıydı ve o papatyalar içinden çıkıp saçlarını süsleyecek miydi bütün bunları henüz bilmiyordu, bildiği tek şey gözlerinin takılı kaldığı o adam onun için sadece tiyatro sanatçısından ibaretti. Anladı ki onun Necati’si çoktan ölmüştü. Dudaklarına hafif bir tebessüm yükleyerek ablasına döndü.
“Tamam abla gidebiliriz.”
Ablası Merin’in tekerlekli sandalyesini caddede ilerletirken bir taraftan da kardeşinin yaralı ruhunu dindirmek için omuzlarını okşuyordu.