Güneyde bir deniz kasabasında yaşıyordum. Aylardan aralıktı. Bizim buralarda kışlar ılık geçer. Kış ayları. serin bahar gibidir.
Okuduğum kitabı kapattım. Giyinip kuşandım, dilime dolanmış şu şarkı eşliğinde (boşuna çekilmedi bunca acılar… / bekle bizi İstanbul….) birkaç kilometre yürüdüm, yerleşim yerlerinden uzaklaştım. Denize hakim bir tepede, kumlu toprağa usulca oturdum. Havada, genzimi yakan iyot ve yosun kokusu vardı. Başımın üstünde uçan deniz kuşları ve başıboş birkaç köpek dışında bir şeycikler yoktu. Karşıda, ta denizin bittiği yerdeki dağlara bakıyorum, ancak bir silüet olarak görebiliyorum. Esinti yok ama yine de deniz bir kar topu gibi yuvarlana yuvarlana, köpük köpük geliyor, ayaklarımın altındaki yamaçta sönüp gidiyor. Tekrar çevremi yokluyorum kimseler yok. Nazım ustanın bir dizesini buradaki an’ıma uyarlıyorum: …..güneş toprak ben bahtiyarım, dizeleri yerine; gökyüzü, deniz, dalgalar, dağ ve ben bahtiyarım…
Gözlerimi uzaklardaki dalgalara çevirdim. Dalgalar, denizin üstünde ak pak birer bulut olmuştu. Deniz kuşları avlanmak için dalgalara batıp çıkıyor, köpekler az ötemde ulur gibi sesler çıkarıyordu. Önce, denizin içindeymiş gibi bir şimşek çaktı, sonra gök gürültüsü karşıki dağlardan yankılanıp dalgalara düştü, boğuldu. balıklar zıpladı, nefes alıp daldı. Bir rüzgar uzak dağlardan bir bulutu önüne katıp denizin üstüne getirdi. Karanlık ülkemin aydınlık yüzü olan Livaneli, denizi bir konser platformuna dönüştürmüştü. Nazım’ın sözlerine, duru ve genç sesiyle can katıyordu.
Denizin üstünde ala bululut/yüzünde gümüş gemi/ içinde sarı balık/ dibinde mavi yosun/ kıyıda bir çıplak adam/ durmuş düşünür. Kafamın içinde sorular, çelişkiler, yaşanmamış olan yaşanmışlıklar; dinsel, sosyal, siyasal, sınıfsal, ahlaksal ve ben ve deniz ve kumsal… Kendimden birkaç kuşak öncesini, kendi kuşağımı ve şimdiki kuşağı kafamdan bu nedenle evirip çeviriyorum. Kendi dışımdakilerle uğraşmayı bırakalı çok oldu. Bu gün, denize bakan bu tepecikte dalgaların ve deniz kuşlarının tanıklığında, tuz ve iyot tadında, yosun kokusunda söyleşi yapacağız. Konuklarım, “bendeki ben ve sendeki ben” . Derviş Yunus’un yüzyıllar önce, “beni bende demen bende değilim/ bir ben vardır bende benden içeri sözünde olduğu “ben”lerin konuşmasını istiyorum. Ama bu sözlerden hareketle hemen “tasavvufi” söyleşi olacak şeklinde bir yargıya kapılmayın. Denize, uzak denize bakıyorum. Dibini göremiyorum ama kafamda hemen canlanıyor: balıklar, balık sürüleri, yosunlar, dağ oyukları, suların bulanıklaşması, ara ara durulaşması, maviye, yeşile dönüşmesi, kayalar, renk renk deniz çiçekleri ve yine balıklar ve balıklardan biri hz. İbrahim’e benziyor ne garip… ” Denizin üstünde ala bululut/ ………………… / kıyıda bir çıplak adam durmuş düşünür… yine söz ve ses bir arada, yani Nazım ve Livaneli, ruh ve beden gibi olmuş. Bir esinti saçlarımı okşuyor, yüzüme dokunup getirdiği kokuları çevreme yayarak denize dalıyor. Bu kokuyu tanımlamakta zorlanıyorum. Biraz eski çağ kokuyor, biraz uzak ve yabancı. Bu da tarzı, içe dönük oturmuşum. Deniz kuşlarının kanat çırpmasını, dalgaların kıyıya şaplamasını, bulutların akar gibi yer değiştirmesini, kanımın damarlarımdaki akışını, kalbimin gümbürtüsünü duyumsuyorum. İçimde ürkek bir coşku, bedenimde huzurlu bir sakinlik var. Sırtımı yaslayacak bir şey arar gibi yanıma yöreme bakıp bulamayınca bedenimi kendime yaslıyorum. Şimdi sanki sanal bir ortamdayım, gözlerim kapalı ben’imi dinliyorum. Diğer “ben” araya girip beni benden uzaklaştırmak istiyor ama bu çabasını boşa çıkarmak konusunda kararlı olduğumu hissedince usulca çekiliyor aradan.
Etraf yavaştan kararmaya başlamış, deniz kuşları çekilmiş, karşı kıyıdaki dağ yok olmuş, köpekler görünmüyor .Bir şimşek çakıyor, deniz yüzeyini baştan başa ışıtıyor, göğün gürültüsü yeri ve denizi yerinden oynatıyor, soğuk bir yel esiyor, bedenim sarsılıyor. Bendeki ben, “Bizim birbirimizden farkımızı biliyor musun ya da birimizin gerçekte diğerinden farkı var mı” diye bir soru yöneltiyor sendeki ben’e. Bu soru üzerine kısa bir sessizlik oluyor. Ardından ikinci bir soru geliyor: “ikimizin var olması birbirini tamamlayan bir olgu mudur? Yani ben olmazsam sen var olabilir misin , sen olmazsan ben var olabilir miyim?”
Şimdi denizin karanlığına ve üstüme yağmur yağıyor. Toprak kokusu yosun kokusuna karışıp esen rüzgarda başka yerlere taşınıyor. Denizin üstünde, bulutların arasındaki silik yıldız ışıltıları, ateşböceklerine benziyor. (Ateşböceklerini ben çocukken de çok severdim) Burun kanatlarım açılıyor, derinlerden ta derinlerden insan kokusu almak için neredeyse bütün duyularım harekete geçiyor. Ama ne acıdır ki kendi kokumu dahi alamıyorum. Sendeki ben ilk soruya, “dilimiz, inancımız, cinsiyetimiz… her şeyimiz çok farklı, tek ortak yanımız insan olmak.” yanıtını veriyor. Denizin gümbürtüsü homurdanarak ayaklarımın altındaki kıyıya vuruyor. Gözlerim kapalı denizi dinliyorum. Orhan Veli olmuşum o anda. Uzak yerlerdeki evlerin titrek ışıklarından habersizim. Hala Buda tarzı oturuyor, ben’imle uzlaşmaya çalışıyorum. Bir anda şiddetli bir seslenme ünlemi duyuyorum: “heeyyy!..” gözlerimi açıp sesin geldiği yöne bakınıyorum.
Karanlık ve yağmurdan başka bir şey yoktu çevremde. Sendeki ben ikinci soruma yönelik, “Sen olmazsan ben olmam; ben olmazsam sen olmazsın. Sen ve ben olmazsak biz olmaz. Yani sen ve ben bizi var ediyoruz ” yanıtını veriyor. Denize düşen yağmur şiddeti, dalgaların sesini bastırıyordu. Yine o seslenme ünlemini duyuyorum: “heeyyy!..” Bu kez çevreme bakmadan karanlığı, denizi, dalgaları orada bırakıp yürüyorum.