İnsan, doğduğu andan itibaren masum bir merakla dünyaya bakar. O ilk bakışta ne renk vardır ne cinsiyet; sadece keşfetme arzusu. Peki, bu saf dürtüye ilk gölge ne zaman düşer? Öğretilmiş çarpıklık ne zaman devreye girer? Hadi gelin, bu öğrenilmiş önyargıların ne denli erken içselleştirildiğini anlamak için tarihe dönüp bir deneyin izini sürelim beraber.
İnsan, doğuştan herhangi bir ırk, din, cinsiyet veya görünüşe karşı olumsuz bir yargıya sahip değildir. Aile, arkadaş çevresi, medya, okul ve toplum aracılığıyla bazı yargılar aşılanır. Buna psikolojide “Öğrenilmiş Önyargılar” denir. Amerika’da 1940’lı yıllarda Kenneth ve Mamie Clark tarafından yapılan ünlü bebek çalışması Clark ve Clark bebek deneyi, bence bu gerçeği gözler önüne seren çarpıcı ve somut bir örnektir.
Deneyde, koyu ve açık ten rengine sahip iki oyuncak bebek kullanılır. Siyahi çocuklara, “Hangisi daha güzel?” “Hangisi daha çirkin?” “Hangisi iyi?” “Hangisi kötü?” gibi sorular sorularak iki bebekten birini seçmesi istenir. Çocukların yaptığı seçimler ise daha ilginçtir çünkü neredeyse hemen hemen hepsi “Güzel” ve “İyi” olarak açık tenli bebeği, “Kötü” ve “Çirkin” olarak ise koyu ten rengine sahip bebeği seçmiştir. Hangisine benzedikleri sorulduğunda yine kötü olarak kodladıkları bebeği seçerler. Yıllar sonra İtalya’da aynı deney gerçekleşir ve yine çoğunluk aynı cevapları verir.
İşte tam bu noktada anlaşılır ki Clark ve Clark Bebek Deneyi: Siyahi çocukların, beyaz bebekleri daha güzel bulmalarına, toplumun ve kültürün öğrettiği önyargıları erken yaşta içselleştirmelerine olanak sağlamıştır.
Aslında bakacak olursanız, dünyada birçok farklı ülkede kendi içlerindeki o büyük sorunların kaynağı çocuğa dayatılan yargılardan ortaya çıkıyor. Çünkü yetiştirilme tarzı bugünün toplumunu inşa ediyor.
Bu yüzden internet üzerinden kolaylıkla erişebileceğiniz bu deneyi tesadüf eseri ilk izlediğimde aklıma gelen, bugünlerde benzer bir durumun, farklı bir biçimde de olsa Türkiye’de gözlenebilir olduğuydu. Sadece belli bir güzellik standardına uyan kadınlar öne çıkarılırken, aile ve yakın çevrede hâlâ kız çocuklarına belirli toplumsal roller dayatılıyor. Dışarıda “Erkek adam ağlamaz” gibi kalıplar hâlâ canlıyken, dış görünüş olarak da daha kalıplı bedenler ilgi görüyor.
Dolayısıyla, sosyal medya, aile içi diyaloglar ve televizyon, kadın ve erkek için sürekli aynı beden ve davranış modellerini tekrar ediyor. Çocuk bunları sorgulamadan benimsediğinde, kendisiyle veya başkalarıyla arasındaki farkları tehdit gibi görmeye başlıyor. Bu durum, bugün sıkça gündeme gelen akran zorbalığının da temelini oluşturuyor. Fiziksel görünüşü değiştirme çabası ya da karakteristik özellikleri saklama isteği aslında buradan besleniyor. Fiziksel olarak da ruhsal olarak da farklılıklara kapalı bir dünya inşa ediyoruz.
Akıllara yerleşen bu kalıplara uymayanlar yanlış algılar üzerinden etiketleniyor. Tıpkı Clark deneyinde olduğu gibi bir önyargıya çanak tutuyor. Kişinin benlik algısı zedeleniyor ve farklılıklar göz ardı ediliyor. Çocukların bugün yaptıkları aslında bundan ibaret. Kafalarında öğretilen kalıplara uymayanları yanlış azledip insanları farklılıkları üzerinden vurmak, ki bu bence toplumun tüm sorunlarının başında gelen bir unsur; Farklılıklara saygı göstermeyen bir nesil yetiştirmek. Her şey bununla başlıyor. Normalleştiriliyor. Bunun sonucunda ise duyarsızlaşıyoruz, ayrıştırılıyoruz ve sınır tanımayan canavarlara dönüşüyoruz.
Farklılıkları bastıran değil, onları kutlayan bir toplum inşa etmedikçe; çocukların gözündeki o masum merak, yerini korkuya, utanca ve yargıya bırakmaya devam edecek. Sonra da dönüp “Bu çocukların nesi var?” diye sorulacak. Sahi, nesi var bu çocukların? Belki de asıl soru şu: Bu çocuklara ne yaptınız? Onlara neyi sevdirdiniz, kimden nefret etmeyi öğrettiniz? Hangi aynada kendilerini çarpık görmelerine neden oldunuz? Neyi doğru, neyi yanlış olarak öğrettiniz?
Unutmayın, çocuklar kendiliğinden bozulmaz; onlar sadece bozuk bir dünyanın aynasında ebeveyninin şeklini alır ve düzen böyle sürüp gider.


