Bir tren kalktı uzay istasyonundan.
Saat tam dokuzu on geçe, parmak titrek bir fısıltıyla düğmeye bastı.
Zaman eğildi, kendi gölgesine bakarak sustu.
Nereye gidiyordu? Ay mıydı? Venüs mü? Yoksa Zühre’nin unutulmuş rüyası mı?
Belki de sadece bir hayalin içine sızmış bir düş…
Camlar, seslerin ördüğü ağlarla kaplanmıştı;
Bazen bir melek süzüldü pencereden, dudaklarında yıldızların soluğu,
Bazen bir şeytan, parmak uçlarında gecenin karanlığı.
Bazen de ne olduğunu unutan bir varlığın nefesiyle buğulandı;
Uzayın boşluğunda yüzüyordu, karanlık sulara dalıp çıkıyor,
Her çırpınışı bir çağın sessiz çığlığıydı.
Arınmak mı istiyordu, yoksa maskeli bir zamana başkaldırmak mı?
Kırmızı bir çığlık titredi dudaklarımda,
Yeşil bir fısıltı sardı ruhumu;
Limon ekşiliğinde bir acı, ilkbahar çağlası gibi taze bir umutla karıştı,
Her nefes alışım zamanın kendi ritmiyle çarpıştı.
Hangi çağın eşiğindeydi bu tren?
Orta çağ kalelerinin taş hücrelerinde yankılanan çığlıklar mı,
Neon ışıklarla titreyen geleceğin karanlığı mı,
Yoksa ikisi birden, aynı anda eriyip uçan bir hayalin içinde mi?
Beynim raylara dönüştü; düşüncelerim vagon vagon,
Kendi gölgemde kaybolan figürler gibi dizildi.
“Nereye gidiyorsun?” diye fısıldadım kendime.
“Dur… bekle beni…”
Ama tren hızlandı, kendi gizli arzusu uğruna.
Ben ise, bir yandan oluyordum, bir yandan ölüyor;
Zaman eriyip kaybolurken,
Her soluk alışım bilinç ile rüya arasında bir çizgiye asılı kaldı.
Her görüntü, her ses, her gölge bir hayal parçası;
Ben de onun içinde eriyordum,
Oluyor, ölüyor, tekrar oluyordum…