Gökten ne olduğu umurumda olmayan bir şeyler yağıyor. Kar, yağmur, dolu, taş… Ne yağarsa yağsın! Hiçbir şey umurumda değil. Peki ama neden üzülüyorum? Boğazımı sıkan ve bir an dahi bırakmayan bir çift eli nereden edindim? Ben bu adama bu soruların cevabını bulsun diye eşek yüküyle para veriyorum. O ne yapıyor? ‘’Hım hım, anlıyorum, evet, bu sana ne hissettiriyor?’’ gibi bir sürü bok püsür şey! Beni bu şekilde bir duvar da dinleyebilir pekâlâ. İşte yine sapsarı binanın önündeyim. Tabeladaki ‘’New Life Psikolojik Danışma’’ beni iyice sinirlendiriyor. Ne yani, İngilizce yazınca daha mı havalı olduğunu sanıyor bu adam? Nükhet beni o kadar zorlamasaydı terapi merapi alacağım da yoktu ya neyse. Zile basıyorum. Birkaç saniye içinde kapı, ürperten metalik bir sesle zınk diye açılıyor. Merdivenleri çıkıyorum. Yukarı çıktıkça o bilindik kokuyu daha yoğun duyuyorum. Odunsu, tatlı bir koku… Yanan sobanın üzerine bırakılmış portakal kabukları gibi kokuyor. ‘’Çocukluğumuzda biz de sobanın etrafında ısınırken bu kokuyu alırdık, işte şimdi çocukluğunuza inmeye hazırız.’’ der gibi. Hayır efendim, ben apartmanda büyüdüm, doğalgazla ısındım, portakal kabuğu kokusu bana hiçbir şey çağrıştırmıyor. Bekleme salonunda terapistin asistanı karşılıyor beni; Semra Hanım. Esmer tenine hiç de yakışmayan kızıl ve kıvırcık saçlı, olabildiğince uzun, sırık gibi bir kadın. Otuz iki dişini göstere göstere gülümsüyor:
- Hoş geldiniz Lale Hanım, Abdurrahman Bey sizi birazdan seansa alacak.
- Hoş buldum, kusura bakmayın geç kaldım biraz.
- Rica ederim, içecek bir şeyler almaz mısınız?
- Teşekkür ederim, almayayım.
Bekleme salonunun yumuşak, oldukça rahat koltuklarından birine oturuyorum. Salon çok iyi dekore edilmiş. Kahverengi ve yeşil renkler hâkim salonda. Köşelerde ne olduklarını bilmediğim bitkiler var. Sağlıklı duruyorlar ama bana kalırsa hepsi mutsuz. Bu kadar kaygılı, depresif, hasta ruhlu insanın girip çıktığı bir salonda bitkiler nasıl neşeli olabilirler ki? Duvarda Freud’un elini beline dayadığı, ayakta durup sert bir ifadeyle karşıya baktığı siyah beyaz bir fotoğrafı asılı. Ne kadar da klişe bir durum. Eminim bütün terapistlerin salonlarında bu fotoğraflardan vardır. Kendi yetersizliklerini salonun duvarlarına profesörlerin fotoğraflarını asmakla bastırıyorlar bence. Eee biz de psikoloji adına bir şeyler biliyoruz Abdurrahman Bey. İsme bak? Osmanlı padişahı sanırsın. Pardon, siz kaçıncı Abdurrahman’dınız?
- Lale Hanım, buyurun, içeriye girebilirsiniz.
Başladı bir saatlik can sıkıntısı… Omuzlarım düşük, isteksiz bir şekilde odaya giriyorum. Bu oda bana bir mezbahaneyi çağrıştırıyor. Terapist de kendini cerrah sanan bir kasap. İnsanların ruhlarını kesip açıyorlar, zedeleyip öylece bırakıp onları gönderiyorlar. Oysa bir şeyi açmak kadar kapatmayı bilmek de önemlidir. İçeri girer girmez koltuğa bırakıyorum kendimi. Oda olabildiğince sade. İki koltuk, bir kitaplık, içi plaketlerle dolu bir vitrin ve küçük bir sehpa. Bir duvar silme diplomayla, belgeyle kaplı. İşte bir güç gösterisi daha. Bu belgelerle danışanlara ‘’Bak nasıl da bilgiliyim?’’ diye kabarıyorlar sanki. Abdurrahman Bey, terapistim yani… -Ona Abdurrahman demeyi sevmiyorum, bir tekke şeyhine medet ummaya gelmişim gibi hissettiriyor bu isim bana.- koltuğunda sakince oturuyor. Yüzünde hiçbir ifade yok. Mutlu mu, öfkeli mi, hüzünlü mü, asla anlaşılmıyor. Gözlüğünü aramızda duran sehpaya bırakıp gözlerini ovuşturuyor. Keskin hatlı, kemikli bir yüzü var. Beyaz tenli, omuzlarına dökülen gür saçları düz ve siyah. Yapılı bir vücuda sahip. Tam da ergen kızların ağızlarının suyunu akıtarak okudukları romantik vampir kitapları karakterlerine benziyor. Bakışlarında müthiş bir sakinlik var. Sanki yeryüzündeki hiçbir olay bu adamın canını sıkamazmış gibi geliyor bana. Boğazını temizliyor, yine ifadesiz yüzüyle sessizliği ilk o bozuyor.
- Lale Hanım, hoş geldiniz. Bugün beşinci seansımıza başlayacağız. Geçen hafta neler konuştuk, hatırlayalım mı?
Evet öğretmenim hatırlayalım. Ev ödevlerimi de yaptım bak, bana aferin var mı? Kırmızı kurdele de isterim bir de yıldızlı bir pekiyi, kırmızı kalemle yazılmış… Bu adamın her şeyi, her sözü beni öfkelendiriyor. Ama bana ne yaptı ki?
- Hoş buldum, olur konuşabiliriz bunu.
Geçen hafta konuştuklarımızın, daha doğrusu benim konuştuklarımın bir özetini çıkarıyoruz. Önceki haftalara göre kendimi daha çok açmış, derinlerdeki duygularıma daha çok yaklaşmışız. Sonra haftamın nasıl geçtiğini yüzeysel bir şekilde anlattım. Sadece zaman öldürüp ardından derhal çıkmak istiyorum bu odadan. Gözlerimi kapayıp koltuğuma rahat bir şekilde yerleşmemi istiyor. Dediklerini yapıyorum. Kendince beni gevşetmeye çalışıyor oysa ben hiç olmadığım kadar gerginim burada. Konu yine babama geliyor. Boğazımı sıkan eller dörde, beşe, ona, yüze, bine çıkıyor. Nefes alamıyorum. Konuyu değiştirmek istesem de benden duygumla kalmamı ve bu duyguyu tarif etmemi istiyor. ‘’Kaçmak istiyorum!’’ diyorum. ‘’Kaçmak, tükenene kadar, yok oluncaya kadar kaçmak!’’
- Kimden kaçıyorsun?
- Herkesten, her şeyden!
- Örnek verebilir misin?
- Hayır.
- Anlıyorum.
Yine o tek kelimelik cümle; anlıyorum. Neyi anlıyorsun acaba diye sormak istiyorum ama ben duygumun altında ezilmiş, boğulmuş durumdayım.
- Gevşemeye devam edelim, lütfen derin bir nefes alın ve nefesi içinizde bir süre tutup yavaşça serbest bırakın. Bedeninizde hissettiğiniz duyguyu ayaklarınızdan başlayarak her yerinizden toplayıp boğazınızda biriktirin. Bu duyguları en çok nerelerinizde hissediyorsunuz?
Nerelerimde mi hissediyorum? Bunu düşününce boğazımdaki binlerce elden birkaçı göğsüme, oradan bağırsaklarıma iniyor ve nihayet kasıklarımda duruyor. Bunalıyorum. Bağırmak istiyorum. Dayanamıyor ve gözlerimi açıyorum.
- Ne kadar süremiz kaldı?
- Yirmi dakikamız var.
- Bitirebilir miyiz?
- Elbette, peki bitirme istemenizin sebebini öğrenebilir miyim?
- Sadece bitirmek istiyorum. Seans ücretini asistanınıza gönderirim.
Cevap vermesini beklemeden odadan çıkıyorum, salonu geçip merdivenlerden hızla aşağıya iniyorum. İçimde dışarı çıkmak için can atan, bedenimi içeriden tırmalayan, dişleyen bir şey var. O çıkamadıkça benim canım daha fazla yanıyor. Gözlerimin nemlendiğini, yandığını hissediyorum. Ağlaya ağlaya evime doğru yürüyorum. Neyse ki yağmur yağıyor da kimse ağladığımı fark etmiyor. Gökten yağan şey yağmurmuş.
Nükhet bu gece bende kalmak istedi. Hayır diyemedim ama isteksiz olduğumu fark edecek oldu ki bu isteğinden kendisi vaz geçti.
- Aslında bu gece kalmasam daha iyi olur, bir sürü işim var. Beni bilirsin her işimi ertelerim. Üşengeç koalanın biriyim. Ama bu defa da işlerimi bitirmezsem müdürüm beni gırtlaklar. Şirret adamın tekidir. Kendine iyi davran olur mu? Gözüm üzerinde. Haftaya terapi randevuna geç kalma yine ne olur? Görüşürüz!
Uyku ilacı ve antidepresanımı içiyorum. Canım haplarım, onlar olmasaydı ne yapardım hiç bilmiyorum. Gerçi onlar varken ne yapıyorum ki? Her sabah önceki binlerce günün aynısı bir güne uyan. Sert bir kahve iç. Kafeye git. Orada ikinci ve daha sert bir kahve iç. Habersizce işten çıkmış bir personel varsa -Ki bu çok sık olur.- Yerine yenisini ara. Genelde Suriyeliler işe başvuruyorlar ama kırık dökük Türkçeleriyle garsonluk yapamayacakları için onları işe almıyorum. Sonra, şefle, baristayla kafenin durumunu konuş. Akşama kadar kırılan bardakları say. Kafeye gelen mutlu çiftleri izle. Z raporunu al, evine yollan. Evet günlerimin hemen hepsi böyle geçiyor. Kendime nadiren izin veririm. İşkolik olduğum için değil, Düşünerek hiçbir şey yapmamak, kendimle kalmamak, otomatik bir şekilde akan bir meşguliyetin içinde kaybolmak için. Bu monoton rutin, bu döngü benim delirmeme engel oluyor.
Bu hafta kafenin kapısını altıncı kez kilitliyorum. Haftam altı ayrı gün gibi değil de altı gün uzunluğundaki bir gün gibi geliyor bana. Terapistimden mesaj geliyor: ‘’Lale Hanım merhabalar, yarın seansımız olduğunu hatırlatmak isterim. Görüşmek üzere.’’ Her hafta aynı mesajı atıyor. Belki de her hafta kendiliğinden atılmaya programlanmış hazır bir mesajdır. Umurunda olduğumu hiç sanmıyorum. O bir işçi, bir kasap! Parasını aldıkça bir değerim var. Ona verebileceğim bir şey olmasa hiçbir anlamım kalmaz gözünde. Gözüne girmek mi istiyorum? Aman be Lale! Çocuklaşma. Kapıyı kilitledim. Dört yıl oldu bu kafeyi alalı. Önceden nargile kafeydi. İsmi de My Hokkah Star ‘dı. Tek bir kadının uğramadığı, erkekle dolu bir kafeydi. Erkeklikle, erkek kokusuyla, erkek kafasıyla tıka basa dolu, kaba saba, iğrenç bir kafe… Haftada bir iki kez de futbol maçı seyredilirdi bu kafede. O günlerde höyküren erkeklerin küfürleri kafeyi doldurur, kafeden tüm caddeye taşardı. Hayatlarında hiçbir başarıları olmayan bu erkek güruhu tuttukları -tutmak neyse artık- futbol takımlarının başarılarından kendilerine pay biçip seviniyorlardı. Sanki kendi başarılarıymış gibi gururlanıyor ya da mağlubiyetleriymiş gibi kahroluyorlardı.
Kafe caddenin işlek bir yerinde olduğu için almak istedim. Biraz da bu erkek kirliliğini temizleme isteği vardı üzerimde. Şöyle hepsine deterjan sıkıp, sarı bezle silip orayı tertemiz yapmak ki öyle de oldu. Çok şirin bir kafeye çevirdim burayı. Yapay da olsa çiçeklerle dolu, zarif masalar, iç ferahlatan duvar resimleri, rengarenk, tatlı bir kafe… İsmini ‘’Suzan Kafe’’ koydum. Neden bilmiyorum. İçime öyle doğdu. Belki de kafeyi bir kız çocuğu gibi, kızım gibi sahiplendiğim içindir.
Evdeyim. Haplarımı içtim. Yatakta hapların beynimi fethetmesini, düşman ordularından temizleyip huzura kavuşturmasını bekliyorum. Hapları içtiğim andan uykuya daldığım ana kadar geçen süre benim için hiç kolay olmuyor. Meşgul olacağım, kendimi unutabileceğim hiçbir şey kalmıyor ve yatağımda kendimle baş başayım. Sebepsiz yere ağlıyorum. İnsan sebepsiz yere ağlar mı? Peki beni her gece ağlatan şey nedir? Yarın terapi seansım var. Birden geçen hafta konuştuklarımız aklıma geldi. Tümden unutmuştum ama hatırlayınca göğsüme sert bir yumruk iniyor. Tüm bedenim sarsılıyor. Yarın yine aynı konu açılırsa seansı falan keseceğim. Nükhet de ne yaparsa yapsın! Böyle daha mı iyiyim? Hayır! Lanet haplar, siz de etkinizi gösterin artık! Bıktım her şeyden. Kendimden, haplardan, kafeden, Nükhet’ten, annemden…
Yarın yemeye devam ederim diye bıraktığım şekerime birkaç sinek konuyor, bir inip bir kalkıyorlar. Şeker de biraz erimiş. Üzülüyorum. Ama şekeri yıkarsam yiyebilirim diye düşünüp yataktan çıkıyorum. Çizgi film saati. Annemle babam uyanana kadar bir sürü çizgi film izliyorum. Sonra babam kumandayı elimden alıp dünyanın en sıkıcı şeylerini açıyor. Odamın kapısında babamı görüyorum. Ne zamandır buradaydı acaba? ‘’Seninle bir oyun oynayalım ama sessizce olur mu, anneni uyandırırsak bize kızar.’’ diyor. Tuhaf, babam benimle asla oyun oynamazdı. Hatta ben onun çocukken de oyun oynamadığını düşünürüm. Sevinmekle şaşırmak arasında bir duyguda asılı kalıyorum. Sevinç ağır basıyor. Okula gidince Nursel’e babamın da onun babası gibi oyun oynayan biri olduğunu anlatacak olmanın heyecanı kaplıyor her yanımı. Babam beni kucağına oturtuyor. Kollarımı, gövdemi sıkıyor önce. Her zaman giydiği sarı pijamasını indiriyor. Buna anlam veremiyorum. Benim pijamamı da indirmek istiyor, utanıyorum. Bu olanların doğru bir şey olmadığı hissine kapılıyorum. Ama oyunu bozmak istemiyorum. Derken birden ağzımı kapatıyor. Bir ahtapota dönüşüyor, uzun, kalın, tırtıklı ve ıslak kolları olan kocaman, pis kokulu kırmızı bir ahtapota. Tüm bedenime yapışıyor. Ve bir köpek gibi soluyor. Yaşlı, ağzı kokan, kirli bir köpek gibi! Eziliyorum, kemiklerim parçalanıyor. Yerlere kan damlıyor tavandan. Tüm oda kan doluyor. Kanın içinde boğuluyorum. Annem de kan içinde, yatağında uyuyor. Bağırıyorum, duymuyor.
Kendi sesime uyanıyorum. Rüyamda bağırmışım. Ne saçma rüyaydı. Bu rüyayı çocukken de görmüşüm gibi hissediyorum. Hazırlanıp çıkıyorum.
- Geçen hafta seansı yarıda bırakmıştık.
- Evet, huzursuz olmuştum.
- Sizi ne huzursuz etti?
- Bilmiyorum.
Terapist aktarımdan, karşıt aktarımdan söz etti. Danışanın terapistini hayatındaki birine benzetebileceğini, hayatındaki kişiye duyduğu hisleri terapiste aktarabileceğini söyledi. Birkaç soru da sordu. Kendisi benim hayatımda kimi temsil ediyormuş falan. Kimi temsil edecek, hiç kimseyi! Gerçi kemikli yüz yapısı amcalarımda da var. Amca tarafımın tüm erkeklerinin yüzleri keskin hatlı ve kemiklidir. Ama ne amcalarım ne dayılarım, hiçbir akrabamın benle bir bağlantısı kalmadı. Hepsini kestim. Kan bağı saçmalığına inanmıyorum. Biri akrabam diye ona saygı duyamam hele sevgi hiç gösteremem. Sevilmeye layık değilse biri değil akrabam, annem olsa sevmem. Annemi seviyor muyum? Onu da bilmiyorum. Çilekeş Anadolu kadını işte. Ne var bu kadar çilekeş olacak anne! Biraz karşı gel, biraz konuş, biraz savun kendini! Asalak gibisin! Dünyanın bütün kadınları da böyle değil mi? Aşırı fedakârlık gösterip beklentiye giriyorlar karşılık alamayınca da bir köşede sessizce ağlıyorlar. ‘’Çilekeş Ana’’ sıfatını göğüslerinde gururla taşıyorlar. Zırvalık!
- Bu sessizliğin anlamı ne sence?
- Bilmiyorum. Ben seanslarımızı tamamen sonlandırmak istiyorum. Bir faydasını gördüğümü de sanmıyorum.
- Peki, sonlandırmak sizin en doğal hakkınız ama son bir şey sorabilir miyim? Babanızla ilişkinizi konuşmaya başladığımız gün, sanırım ikinci seanstı, her hafta daha geç gelmeye başladınız. Biz buna direnç diyoruz. Ayrıca babanızın konusu her açıldığında…
- Yeterli, lütfen.
- Size yardımcı olmak istiyorum.
- Olamazsınız. Gerçek değil o sabah.
- Hangi sabah?
- O sabah işte. Kanlı sabah.
- O sabahtan bahsetmek ister misiniz?
- Kapıdaydı. Üstünde sarı pijaması vardı yine. Ağzı kokuyordu. Elleri kokuyordu, her yeri kokuyordu.
- Kim o?
- Hiç kimse, sadece bir rüya.
- Anlıyorum. Rüyanızdan bahsetmeye devam eder misiniz lütfen?
- Annem de kanda boğuldu. Benim sesim hiç çıkmadı, bağırdım, bağırdım çıkmadı. Bir dünyanın altında eziliyordum. Ellerim çok küçüktü. Kollarım çok küçüktü. Bir sancı hissettim gövdemde. Bir kesik hissettim. Çığlık atamadım. Nefes alamadım. Sadece iğrenç bir koku ve dayanılmaz bir sancı vardı ve kan ve kollar ve ahtapotlar ve annem ve sarı renk ve annem ve sarı renk ve kan ve ahtapot ve kan denizi! Bu denize girmek istedim. Denize gömülmek istedim. Her şeyden kaçmak, denizde hiç kimseye görünememek istedim. Rüya işte. Rüya işte. Saçmalık, zırvalık. Bir ev kana bulanabilir mi? Bulanabilir mi? Bulanamaz.
Konuşmaya devam edemedim. Tüm gücümü yitirdim. Hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyorum. Tüm bedenim yanıyor. Ben ağlarken terapist öylece duruyor. Öylece hiçbir şey yapmadan. Sanki karşısında oturan bir canlı değilmiş gibi. Nefret ediyorum bu rahat tavrından. Titreyen ellerimle çantamdan para çıkarıp yüzüne atıyorum. ‘’Senden nefret ediyorum Anne!’’ diye bağırıyorum. Anne mi? Toparlanmaya çalışıyorum. ‘’Artık devam etmek istemiyorum.’’ Dışarı atıyorum kendimi. Bir adım daha atmaya gücüm yok. Binanın dibine çöküp kendimi paralarcasına ağlıyorum. Bir süre sonra çaresizce ayağa kalkıyorum. Nereye gitmek istediğimi bilmiyorum. Rastgele bir yöne doğru yürüyorum. Her iki yanımdan bir insan seli akıyor; telaşlı, aceleci, bir yarıştaymışçasına koşuşturan. Hepsi de neden bu dünyada olduklarının bilincindeymiş gibi, bir amaca doğru hareket ediyorlarmış gibi yürüyor. Benim gibi anlamsız bir tavır içinde değiller. Adımları sert ve kararlı… Ellerinde mağaza poşetleri, telefonlar, kulaklarında kulaklıklarıyla uğultuyla akan bir nehir gibi akıyorlar caddede. Ben bu nehrin neresindeyim? Ben bu nehirde neyim? Ben bu nehirde miyim? Umurumda değil. Rastgele bir kafeye giriyorum. Su ve var olan en sert kahveyi istiyorum. Önce su geliyor. Normalde günde bir tane aldığım kırmızı, küçücük antidepresan haplarımdan üç tanesini aynı anda içiyorum. Kahve geliyor. Bardağın rengi bana kendimi tuhaf hissettiriyor. Bu renkle bir sorunum yok normalde. Neden böyle oldu şimdi? Kahveyi içmek istemiyorum. Bardak midemi bulandırıyor. Ama ben yine de hiçbir şey olmamış gibi, istemeye istemeye, sanki o kahveyi içmeye mecburmuşum gibi içiyorum. Mide bulantım şiddetleniyor. Her şey yolundaymış gibi kahvenin parasını ödeyip hiçbir şey olmamış gibi kendimi dışarıya, o uğultulu nehre atıyorum.