Kaldırımda pos bıyıklı bir adam sanki önünü göremiyormuş gibi gözlerini kısmış uzaklara
bakarak yürüyor. Çıkık anlına beton dökmüşler, yüzü atamadığı çığlıklardan hırpalanmış.
Çocuklar tanıyor onu, ara sıra çayırlarda yürüyüş yaparken düşüncelere dalıp heykel gibi
hareketsiz kaldığı zamanlarda ona taş atıyorlardı, oradan biliyorlar bu pos bıyıklı adamı. Yine
kaldırımda yürümeyi bırakmış heykel gibi kıpırdamadan duruyor, taş olsa yeri o an. Bu
dünyada, sonsuza dek o kaldırımda ne kadar sert eserse essin hiçbir rüzgâr, fırtına onu
aşındıramayacak gibi. Görenler haklılar, kısık gözleriyle baktığı yerde ancak silüetler görüyor.
Seçmeye çalışıyor karşında olanları. “Bir inek mi o, yoksa bir at mı, ne diye adam kırbacıyla
vurup duruyor? Amma da zayıf hayvancağız, bir deri bir kemik, hiçbir karşılıkta vermek
gelmez elinden. At bu belli, arkasında araba ne arasın yoksa, bu da kader mi, aç susuz belki,
sefil olduğu kesin, hiç çayırlarda koşmuş mudur, bir dişiyi etkilemeye çalışmak için çifte
atmış mıdır, baharı beklemiş midir bu at? Bir ahırda doğdu, belki bu kaldırımda kırbaç
darbeleri altında ölecek. Ne diyorsun sen, bir at bu, belki bir inek, dişlerinin arasında kalmış
bifteğin üç önceki canlı hali. Sen karnını doyurmak için boğazını bıçakla kestirdin, onlar en
azından yem verip sonra kırbaçlıyor. Tavuk da yemedin mi, beş on civcivin annesini? İyi ama
su da içtim. Hala vuruyor, bu ne acıdır, bu çaresizlik nedir böyle. Sonu oraya mı varacaktı
gücün, karşılık veremeyecek olanın kanının içilmesine, gücün yükselmesi bu mu, ben bunu
mu anlattım. Zayıfların sesi diye Hristiyan tanrısına bu yüzden mi savaş açtım. Ben neşeyi
yeren, hayatın düşmanı olanları onlar olarak göstermedim mi? Güçlü olan, buzulların
ülkesinde hayatta kalan o savaşçı, yaşama hak kazanan güçlü insan bu kırbacı tutan mı? Neşe
sonunda ölümü getirecekti, bu nu kabul ettim, savaşçı kana bulayacaktı elini ben bunu
yücelttim. Ama nasıl yeşerir başka bir yoldan çiçekler, kuzu nasıl doğar, kurt yavrusunu sıcak
diliyle nasıl yalar, üç yavrusundan en az birini yem etmeden uçamayacağını bilen kırlangıçlar
nasıl kanat çırpar? Bu mu benim yüceliğim, bir kumar değil mi peygamberlik, sebebi olacağın
hayatların ölecek olanlardan fazla olmasını umut etmek. Ama her canı yananla, her kanı
akanla aramda bir kardeşlik hissetmedim mi? Onlarda hissetti, çaresizlikleriydi bu. Hala
vuruyor ata, at mı bu, yoksa inek mi? Kanı akıyor artık hayvanın, hey, dur! Görmüyor musun?
Bir deri bir kemik, bırakın beni, adam arabaya inek bağlamış, at mı yoksa bu? Ne fark eder,
hepsi acı çekmiyor mu. Bir tek ben mi bilerek yedim kesilen kuzuların etini, yetmez mi artık,
nereye varacak sonu, bırak elindeki kırbacı, atı da ineği de bırakın, yakama yapışan İsa
sonumu sen getirdin.”