Misafir… Ne güzel bir kelime. İçinde hem biraz telaş, hem çokça sevinç barındırır. Benim için misafir demek; evin ritminin değişmesi, sofranın genişlemesi, kalbin biraz daha açılması demek. Hele ki aniden haber verilmişse, içimde tatlı bir panik başlar: “Eyvah, misafir geliyor!”
O an başlar evin hummalı hazırlığı. Her şey yerli yerindeymiş gibi görünse de gözüm yine de toz arar, yastıkların kabarıklığını kontrol ederim. Sanki koltukların dili olsa da “Misafir geliyor” diye seslense. Mutfaktan gelen çay kokusu, çocukluğumdan kalan bir hatıra gibi dolanır burnumda. Annem de hep böyle yapardı. Evin neşesi, misafirle birlikte artardı.
Ben misafiri yalnızca bir ağırlanacak kişi olarak görmem; o, evin ruhuna dokunan bir nefestir. Misafir geldiğinde sadece kapımı değil, geçmişimi de aralarım biraz. Çocukken babaannemin yanına gelen komşu kadınlar, ocakta fokurdayan kahve, dedemin anlattığı hikâyeler… Hepsi misafirle yeniden canlanır.
Misafirperverlik, bize miras kalan en asil davranışlardan biridir. Ama bu sadece yiyecek içecek sunmakla ilgili değildir. Asıl olan, gönül kapısını açabilmektir. Hâlini sormak, gözünün içine bakıp gerçekten dinleyebilmektir. Çünkü bazen misafir, kendi derdini anlatmaya gelmez; sadece bir tebessüm almaya, bir yudum sıcaklık bulmaya gelir.
Şimdi yine evim şenlenecek. Belki masa yine eskisi gibi özenle donanmayacak, belki zamanla bazı alışkanlıklar sadeleşti ama misafir geldiğinde kalbim, evimden önce açılmaya devam edecek. Çünkü misafir, bir gelenek değil; bir gönül işidir.