Türk milleti, binlerce yıllık tarihinin her safhasında yalnızca devlet kurmakla kalmamış,
aynı zamanda adalet, estetik, ilim ve ahlak temelli bir medeniyet inşa etmiştir. Bu
medeniyet, ne yalnızca Orta Asya'nın bozkırlarında, ne yalnızca Anadolu’nun bereketli
topraklarında kalmış; Balkanlardan Afrika içlerine, Kafkasya’dan Hint Okyanusu’na
kadar yayılan bir ruhun, bir sistemin, bir dünya görüşünün adıdır. Bugün adına
“medeniyet” denilen Batı merkezli modernleşme modeli, Türk milletine ne ruhen ne de
kültürel derinlik bakımından bir üst değer sunamamıştır. Asıl medeniyet bizdik, lakin
başkasının gölgesinde büyümeye çalışırken kendi gövdemizi görmezden geldik.
Batılılaşma, özellikle Tanzimat’tan itibaren bir mecburiyet gibi takdim edilmiş; ilerleme,
kalkınma ve “çağdaşlık” Batı ile özdeşleştirilmiştir. Oysa Batı, ilerlemeyi maddi
düzlemde gerçekleştirmiş olabilir; lakin bu ilerleme, insanı makineleştiren, değerleri
metalaştıran, manayı yok sayan bir gidişattır. Türk-İslam medeniyeti ise ilimle hikmeti,
adaletle merhameti, akılla kalbi dengelemiş bir yüksek irfanı temsil eder. Bugün
“medeniyet” dediğimiz şeyin tanımını yeniden düşünmek gerekmektedir: Zira medeniyet,
yalnızca teknolojik üstünlük değil; insanı insan yapan değerlerin sistemleşmiş hâlidir.
Cumhuriyet devrimlerinin çoğu, bu bağlamda haklı bir modernleşme hamlesi gibi
görünse de, özü itibariyle taklitçidir. Kendi tarihinden, kültüründen, inanç sisteminden
beslenmeyen her dönüşüm, köksüzlük üretir. Kıyafet devrimiyle dış görünüşümüzü
Avrupalılaştırdık ama ruhumuzu giydiremedik. Harf devrimiyle okuma oranını artırmayı
amaçladık, lakin geçmişin mirasını bir gecede sessizliğe mahkûm ettik. Müzik inkılabıyla
ezgimizi değiştirdik ama gönlümüzü susturduk. Bu hamlelerin ortak noktası, Batı'yı
mutlak ilerlemenin kaynağı sayarak, kendi benliğimizi geri ve geçersiz ilan etmemizdi.
Oysa asıl medeniyet, yüzümüzü Batı’ya dönmekte değil, özümüzü hatırlamakta gizlidir.
Mevlana’nın hoşgörüsünde, Yunus’un dilinde, Hacı Bektaş’ın hikmetinde ve
Osmanlı’nın adaletinde hayat bulan bir büyük yürüyüştür bu. Bu yürüyüşü reddedip
başka medeniyetlerin tüketici birer taklitçisi olmak, millet olmanın anlamını da
silikleştirir. Millet, yalnızca sınırlarla değil, kültürle, inançla, hatıralarla ve gelecek
tasavvuruyla bir bütündür. Bu bütünü Batı kalıplarıyla biçimlendirmeye çalışmak, ruhu
dar bir kalıba hapsetmektir.
Bugün yaşadığımız kimlik bunalımı, aslında bize ait olmayan bir medeniyet çizgisini
kendi benliğimize dayatmanın sonucudur. Ne tam Batılı olabildik, ne de tam manasıyla
kendi öz değerlerimize dönebildik. Arada sıkışmış, ne doğuya ne batıya tam ait
hissedebilen bir kimlik şekli ortaya çıktı. Oysa asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, kendi
medeniyetimizi yeniden anlamlandırmak ve bunu çağın ruhuyla harmanlayacak özgün bir
model ortaya koymaktır.
Sonuç olarak, Türk milletinin önünde iki yol vardır: Ya başkasının medeniyetini
kopyalayarak kültürel intihara sürüklenecek ya da kendi tarihini, inancını, kültürünü
yeniden anlamlandırarak, asıl medeniyetin kendisi olduğunu idrak edecektir. Zira
medeniyet, geçmişin mirası değil, bugünün şuuruyla geleceğe taşınan bir hakikattir. Bu
hakikat ise bize ait olduğu sürece sahici, özgür ve onurlu olacaktır.