Her salı arıyor.
Saat tam dokuz.
Radyonun sabah programı başlar başlamaz.
Sesini hemen tanıyorum.
Yumuşak, dikkatli.
Sanki hâlâ anneme konuşuyormuş gibi.
“Kızım… o şarkıyı çalın bakalım bu sabah.”
Kızım.
Bilmeden.
Sokaktaki komşu kızı gibi…Marketteki kasiyer gibi…
Ama kızı gibi mi?
Pek sanmam.
Söylediği her kelime, kulağımda asılı kalıyor.
Ama en çok da o kelime:
“O şarkı”
Adını hiç söylemiyor.
Sadece:
“O şarkı.”
Evde yasak, radyoda sipariş.
Sanki hatırlamak içini yakıyor da dışarıya havale ediyor gibi.
Hatırlamıyor.
Mış gibi mi yapıyor?
Ama içi biliyor, bence.
Her salı, aynı sesle, aynı tonla arıyor.
Ben de her hafta—başka bir şarkı çalıyorum.
Bazen başkaları da o şarkıyı istiyor.
Bir pazar akşamı, mesela.
Bir perşembe gecesi.
Çalıyorum.
Ama babam duymuyor.
Zaten sadece salı sabahları dinliyor radyoyu.
09.00 ile 10.00 arası.
Dakik. Değişmez.
Kahvaltı masası hazır olur o saatlerde.
Tereyağı kendini salmış olur, çay usulca demini alır.
Sandalyenin biri hep boş kalır.
Ve ben, yine o saatlerde başka bir şarkı seçerim.
O her hafta:
“Bu da güzelmiş,” deyip nedensiz, niyesiz gülümsüyor.
Sonra kapatıyor.
Annem daha ölmeden önce unutmaya başlamıştı.
Bazen bizi, bazen kendi hafızasını sınardı.
Ama biz dalgınlık deyip geçerdik.
Babamınsa hafızası keskindir.
En azından o zamanlar.
Her doz, her saat, her hap…
Yemek, banyo, ilaç saatleri — anneme âdeta bebek gibi bakardı.
Titiz. Uykusuz. Sessiz.
Ama ne kadar dikkat etsen de uykusuzluk zamanı bozar.
O dozlar bir gece birbirine karıştı.
Saatler kana, kan uykuya…
Ve annem o gece en derin uykusuna daldı.
Ama uyanmadı.
İstemediğinden değil — uyanamadı.
Sabah:
Ne kaynayan yumurta tıkırtısı ne fokurdayan çaydanlık…
Hiçbiri dokunmadı ona.
Ve radyoda, o şarkı çalıyordu.
Radyoyu aradığı rutinlerinin bir sabahında sesi farklı geldi.
Daha aceleci.
Sanki hız sınırını aşacak gibi.
Yumuşaklık gitmişti.
Üzgün desen… evet.
Ama asıl başka bir şey sızıyordu ahizeden:
Şüphe.
“Niye çalmıyorsunuz o şarkıyı?” dedi.
“Şikâyet edeceğim sizi. Kim çaldırmıyor bu şarkıyı, kızım? Sen mi istemiyorsun yoksa?”
Sonra sustu.
Ama bana dokundu.
Farkında bile değildi.
O şarkının yeri radyo değil, mutfaktı — demeyi çok isterdim.
Orkestraysa fokurdayan çaydanlık, soğumaya yüz tutmuş ten ve göğsü tıkayan o tutuk nefesti.
Ama diyemedim.
Nasıl denir ki?
Suçlasam suçlu değil,
bağırsam katil değil.
O ten soğumadan önce ben onu affetmiştim.
“Bu da güzelmiş,” dedi sonra.
Ve kapattı.
Başka hiçbir şey demeden.
Eve döndüğümde yerde radyonun kırık parçaları vardı.
Babam, elinde annemin ilaçlarından kalmış bir prospektüs tutuyordu.
Üzerine o şarkının sözlerini karalamıştı.
Uyuyordu.
Derin bir sessizlikte.
İzahsız.
O an ne radyoda ne de evde— bir daha çalmamak üzere içimizde susmuştu bütün şarkılar.