Her milletin geçmişinden bugüne taşıdığı, zamanın içinden süzülerek gelen, bazen farkında bile olmadan
yaşattığı bir özü vardır. Bu öz, ne tamamen elle tutulur ne de sadece zihinde yer alır. O, davranışlarımızda, yemeklerimizde, dilimizde, müziğimizde, bayramlarımızda, bakışlarımızda, hatta suskunluklarımızda bile yaşar. Bu öze biz “kültür” deriz.
Kültür; sadece bir gelenekler bütünü, eski zamanlardan kalma alışkanlıklar ya da folklorik ögelerin toplamı değildir. Kültür, bir toplumun kendine özgü bakış açısıdır. Hayatı nasıl algıladığı, doğayı nasıl anlamlandırdığı, insan ilişkilerini nasıl kurduğu, zamanı nasıl yaşadığı ve ölümü nasıl karşıladığıdır. Bir milletin ruh haritasıdır, vicdanıdır, hafızasıdır.
Kültür Deyince Aklımıza Ne Gelmeli?
Ne yazık ki günümüzde “kültür” kelimesi sıklıkla yüzeysel anlamlarda kullanılıyor. Kültürlü insan, bazen sadece kitap okuyan, birkaç sanat etkinliğine giden, yabancı kelimeler kullanan kişi olarak algılanıyor. Oysa kültür, yalnızca eğitimle ya da bilgiyle açıklanamaz. Bir insanın kültürlü olup olmadığını anlamak için onun bir garsona, yaşlı birine ya da bir çocuğa nasıl davrandığına bakmak yeterlidir.
Kültür; görgüdür, saygıdır, birlikte yaşama biçimidir. İnsanların birbirine “komşum” diyebildiği, sofraların paylaşıldığı, acının ve sevincin ortak yaşandığı her yer kültürle yoğrulmuştur.
Kültürün Taşıyıcıları Kimlerdir?
Bir toplumda kültürü taşıyan belli başlı unsurlar vardır: aile, okul, sanat, edebiyat, mimari, gelenekler ve tabii ki dil. Ancak bu unsurların hiçbiri tek başına kültürü ayakta tutamaz. Asıl taşıyıcılar, her bireyin gündelik yaşamda aldığı kararlar, kurduğu cümleler, yaptığı tercihlerdir.
Bir genç, sosyal medyada hangi dili kullanıyorsa, bir aile çocuğunu nasıl büyütüyorsa, bir şehir sokaklarına nasıl sahip çıkıyorsa, bir toplum neye kızıyor ve neye gülümsüyorsa — işte kültür tam da oradadır. Yaşanandır. Her gün yeniden inşa edilendir.
Modernleşme ve Kültürel Erozyon
Kültür, zamanla değişir. Bu değişim kaçınılmaz ve doğaldır. Ancak mesele, bu değişimin hangi yönde olduğu ve ne kadar bilinçli yaşandığıdır. Teknoloji çağında, küreselleşmenin etkisiyle kültürler birbirine daha çok benzemeye başladı. Farklı olmak, aykırı olmak değil, neredeyse kusurlu olmak gibi algılanıyor. Oysa kültürün gücü farklılıkta yatar.
Kültürel erozyon dediğimiz şey; sadece bazı geleneklerin terk edilmesi değil, insanların kendi köklerinden uzaklaşmasıdır. Bir dilin kelime dağarcığının daralması, eski masalların unutulması, halk ezgilerinin yeni kuşaklar tarafından bilinmemesi… Bunların her biri kültürel hafızanın silinmesi anlamına gelir.
Bugün şehirleşme, bireyselleşme, hız tutkusu ve dijitalleşme ile birlikte kültür daha fazla tüketilen, daha az üretilen bir hale geldi. Oysa kültür, yaşanarak korunur; müzeye kaldırılarak değil.
Kültür ve Direnç
Bir milletin başına ne gelirse gelsin, ayakta kalmasını sağlayan şey ekonomisi ya da silah gücü değil, kültürel direncidir. Anadolu, yüzyıllar boyunca istilalara, savaşlara, göçlere sahne oldu. Ama bu topraklarda hâlâ çocuklar ninniyle uyutuluyorsa, köy düğünlerinde zeybek oynanıyorsa, Ramazan geldiğinde sokaklar başka kokuyorsa, demek ki bu toprakların kültürü hâlâ direniyor.
Kültür, aynı zamanda bir direniştir. Kimliğini korumanın, ait olduğun yeri unutmamanın sessiz ama güçlü bir yoludur. Bir tür hafıza savaşıdır. Çünkü kültür unutulursa, kimlik de silinir. Bu yüzden kültür, sadece bir geçmiş mirası değil, aynı zamanda geleceğe bırakılacak en değerli emanettir.
Kültürü Yaşatmak, Kendini Yaşatmak Demektir
Bugün kültürü yaşatmak demek, sadece eskiyi taklit etmek ya da nostaljiyle oyalanmak değildir. Asıl mesele, geçmişin içindeki özü bugüne taşımak, bugünü o değerlerle yeniden anlamlandırmaktır. Bir tür “kültürel inovasyon” da diyebiliriz buna.
Bir çocuk dedesinin masalını dinlediğinde, bir genç halk müziğiyle tanıştığında, bir aile eski bir tarifi yeniden pişirdiğinde ya da bir sanatçı halk motiflerini çağdaş yorumla sahneye taşıdığında — işte kültür o anlarda yeniden doğar.