Neden böyle hissettiğimi bilmiyordum ama saatler önce masanın başında, karşımdaki gözlere dikilmiş halde, kelimelerimin yetersizliğini hissetmiştim. “Ama neden?”; diye sormuştum ona. “Var olmamızın bir anlamı var mı? Yoksa sadece devam etmek için mi devam ediyoruz?”; O ise yalnızca gülümsemiş, omuz silkmişti. “Bunun bir cevabı olmak zorunda değil” demişti. İşte o an içimde bir şeyler kırıldı. Belki de en başından beri bir anlam arayışında olmam yanlıştı. Belki de anlam, sorular sormayı bıraktığımızda gelirdi.
Tartışma giderek büyüdü. Konuşmalarımız sertleşti, kelimelerimiz ağırlaştı. İçimdeki o derin boşluk bir türlü dolmuyordu. Sonunda dayanamayıp kapıyı çarptım ve çıktım. Yağmur çoktan başlamıştı ama umursamadım. Adımlarım hızlandı, nefesim kesildi, içimdeki ağırlıktan kurtulmak ister gibi koştum. Koştukça düşüncelerim birbirine karıştı. Belki de bir yerlerde bir cevap beni bekliyordu.
Şimdi ise burada, ormanın ortasında, yağmurun altında, elimde hiçbir cevap olmadan duruyordum. Varlığımın yükü omuzlarımı çökertiyordu. Geri dönsem mi, yoksa yürümeye devam mı etsem? Ama nereye? Ve neden? Eğer hayatın anlamı bir cevap değil de bir yolculuksa, doğru yolda mıydım? Ya da bu sadece kendimi kandırmak mıydı?
Yağmurun sesiyle birlikte içimde yankılanan sorular dağılmaya başladı. Anlam, belki de peşinden koştuğumuzda değil, durup gerçekten dinlediğimizde ortaya çıkıyordu. Gözlerimi kapattım ve içimde yankılanan sorularla beraber ilk kez gerçekten sustum. Ve belki de ilk kez gerçekten duydum.