Bir yolculuk gerekli.
Uzun. Derin. Sessiz. Ama içten içe sarsan bir yolculuk.
Kalabalığın gürültüsünden sıyrılıp kendine, ruhunun en kapalı odalarına doğru yürüyordu.
Yolda, vaktini ayırdığı insanları izliyordu.
Yorgun gecelerinde omuz olduklarını…
El uzattıklarını…
Yaralarını sardıklarını…
Kendinden eksilterek tamamlamaya çalıştıklarını…
Sarıldıklarını…
Yüreğini üşütenleri…
İnsanı sadece sahnede oynayanları…
Sessizliği kucağına bırakanları…
Ne kadar kalabalıkmış meğer yüreği.
Ne çokmuş ömür tükettikleri. Bir ihtimal uğruna affettikleri.
Ne de çok “anlat” demiş, sesini duyuramadıklarına.
Başkalarının ağırlıklarını taşırken, yolda kalmış kalbini gördü. Kendini ihmal edişinin izleri parlıyordu karanlıkta.
Sonra bir sayım başlattı kalbinde.
Kim var orada hala, kim gitmiş, kim hiç olmamış?
Birde ne görsün?
İki dost, bir çuval düşman.
Düşman dediyse elinde kılıç sallayanlardan değil; tek bir cümlesiyle parçalayanlardan.
Sonra fark etti, en keskin hançerler başkalarından değil; kendi kendine ettiği haksızlıklardan saplanıyordu içine.
İyiliği gösteri sanan yanı, kendini hoyratça harcayan tarafı, ruhunu sessizce yoran hali…
Hepsi bir masanın etrafında oturmuş onu bekliyordu sanki.
Her biri ayrı bir ayna tutuyordu yüzüne.
Her soluk boğazına düğümleniyordu.
Anılara tutundukça daha karanlık bir boşluğa düşüyordu. Geçmişten sarkan her ip, biraz daha yırtıyordu içini.
Acımasızca vedalaştığı kişilerle, bir zamanlar avuçlarını açıp dua ettiği insanlar aynıydı. Dua ve veda. Aynı ellerde, aynı isimlerde birleşiyordu.
Yarım bırakılan cümleler, içine akıttığı gözyaşları, susturulan öfkeler çıkıyordu saklandıkları yerden.
Bir köşeye gömdüğünü sandığı yaralar, hiç ummadığı anlarda yokluyordu onu.
Bir yağmur damlasının ağırlığında, bir el fenerinin titrek ışığında…
Hepsi birer fotoğraf karesi gibi; birlikte güldüğü, sustuğu, ağladığı anların masumiyetiyle yüzüne çarpıyorlardı.
Meğer sonsuza dek sürecek sandığı o masumiyet, kırılgan bir cammış elinde.
Büyük sözlerin ardında saklanan yorgun cümleleri anlamaya, gidişlerin gelişlerden daha büyük iz bıraktığını kabul etmeye ne çok direnmiş.
Yeni anılar için çabaladıkça, yarım kalan hikayeleri tamamlamaya uğraştıkça daha büyük hayal kırıklıkları doldurmuş boşlukları.
Kalbini açtığı insanların kalmaya yetecek kadar cesur olmadıklarını gördükçe, kapılarını açtığı için kendini suçlamış. Yük ağırlaştıkça, yol daralmış; yol daraldıkça içindeki sessizlik büyümüş.
İnsanın içini en çok acıtan şey, kalbinden çıkardıkları değilmiş; asıl acı, kendi boşluklarını, O’nun sesinde, Rabbinin rehberliğinde doldurmayı öğrenememekmiş.
Bazı insanlar yalnızca bir “anı”ymış.
Geleceğe ait değillermiş; sadece öğreten, hatırlatan, yüzleştiren misafirler…
Her biri bir ders, her biri bir kapı, her biri içinde unutulan ve yüzleşmesi gereken bir duygunun iziymiş.
Ve işte o kapılar birer birer kapanırken, içeride bir sessizlik duydu. Ama bu kez yoran değil, toparlayan bir sessizlik. Bütün sesler sustuğunda, içindeki kalabalığın arasında tek bir nefesin bile ona ait olmadığını fark etti. “Biri gelsin ve yanındayım desin” diye beklemekten vazgeçtiği anda, içinde yıllardır kapalı duran o oda aydınlanmaya başladı. Hiç kimsenin sırtlanamadığı yükleri hafifletmek için önce kendi omuzlarına dokundu; “Rabbin seni terketmedi ve darılmadı da” dedi kendine.
Yolu ilerledikçe kendi sesini duymaya başladı.
Bir zamanlar başkalarının gölgeleriyle kararan içinde, şimdi Rabbinin ışığının yankısını fark ediyordu.Sarsıldığı her yerden sızan o ince ışığın onu nasıl yeniden kurduğunu izliyordu.
Yalnız kaldığını sandığı anların, aslında ona kendini öğreten en büyük ilahi armağanlar olduğunu görüyordu artık.
Kimsenin omzuna yaslanmadan da ayakta durabildiğini, yıllardır sessiz duran o direncin hiç sönmediğini anlıyordu. Başkalarının onu eksiltmediğini, aksine boşalan her yerin kendi nefesine yer açtığını hissediyordu.
Bir zamanlar onu paramparça eden sözlerin, artık üzerinden kayıp gittiğini; kalbinin, kırıldıkça daha da güçlendiğini fark ediyordu.
Karanlığa gömüldüğünü sandığı en derin anlarda bile, aslında, Yüce Yaradan’ın eliyle, yukarı çekildiğini hissediyordu.
Bekledikleri gelmediğinde çökmeyi değil, kendi kendine yürümeyi…
Kimse kalmadığında bile içinde ona sadık duran bir parçası olduğunu…
Yıllarca başkalarına sakladığı sevgiyi avuçlarına alıp kendine sürmeyi…
Kendi sesinin en yüksek ses olduğunu…
Rabbinin en güvenli sığınak olduğunu… öğreniyordu. O gün, aynaya baktığında daha önce hiç görmediği bir şey gördü. Yıllarca üstü örtülü duran, başkalarına yer açmak için bastırdığı o derin köklerini… Hepsi oradaydı. Ve o, ilk kez, kendi kalbinin ağırlığını taşıyabildiğini fark etti. Kırılan yerlerinden ışık sızıyordu; her parçası hem yorgun, hem kararlı, hem yaralı, hem dimdik ayaktaydı. İşte o anda, eksilmelerinin aslında bir tamamlanışa doğru açılan kapılar olduğunu anladı.
Meğer o, en çok yaralarıyla büyüyen biriymiş.
Pes etmediği her gece, kendine attığı bir imzaymış. Meğer mesele, kalbinde kimlerin kaldığı değilmiş; asıl mesele, O’nun rızası doğrultusunda kendinde ne kadar kalabildiğiymiş.
Nüfus sayımını tamamladı.
Eksilenler çok… ama o artık tamamdı!
Yazıyı nasıl buldunuz?
Oy için yıldıza tıkla!
Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı
Oyu yok
We are sorry that this post was not useful for you!
Let us improve this post!
Tell us how we can improve this post?


