Çamurlu ayakkabılarıma baktım. Yolumu bulmak için saatlerdir yürüyordum. Yağmur, etrafımdaki ağaçları birbirinin aynısı yapıyordu. Parmaklarımı donduran soğuk, düşünmeme engel oluyordu. Kayboluyordum gitgide. Olanları en başından hatırlamaya çalıştım. İçimden yükselen panik dalgasını bastırmaya çalışırken anladım ki ben hem kendi varlığımdan hem de bulunduğum kulübeden epeyce uzaklaşmıştım…
Bilinçsizce attığım her adımla, geride bıraktığım mesafenin aslında içimde açılan boşluk olduğunu fark ettim. Geri dönebilir miydim? Dönmek istiyor muydum? Cevaplar soğuk rüzgâr gibi yüzüme çarpıyordu ama hiçbirini yakalayamıyordum.
Kulübede bıraktığım tartışma yankılanıyordu zihnimde. Kelimeler, boğazımı yakan zehir gibi içimde dolaşıyor, yüreğimi sıkıştırıyordu. O ses hâlâ kulaklarımda çınlıyordu: “Senden başka kimse yok mu bu dünyada? Sadece senin acıların mı önemli?” İçimde bir şey kırılmıştı o an. Kendi iç çığlığımı bile bastıramazken, başkasının beni anlamasını nasıl bekleyebilirdim?
Adımlarım yavaşladı. Yağmurun altında öylece durdum. Soğuk iliklerime işlerken, gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Bir cevap arıyordum, bir işaret… Ama bulduğum tek şey, içimde yankılanan sessizlikti. Belki de yalnızlık, insanın en büyük kaçışıydı. Kimseyle olmamak, kimseye anlatmamak, kimseyi anlamaya çalışmamak… Ama gerçekten kurtuluş bu muydu?
Ellerimi yumruk yapıp nefesimi tuttum. İçimde biriken her şeyi kusabilmek için çığlık atmak istedim ama boğazım düğümlendi. Kaçıyordum, evet. Ama kimden? Sevgilimden mi, ailemden mi, kendimden mi? Her şeyin iç içe geçtiği o anda, yolumu kaybettiğimi değil, aslında hiç var olmadığını fark ettim.
Önümde uzanan çamurlu patikaya baktım. Bir adım attım, sonra bir adım daha… Bilmediğim bir yola doğru ilerliyordum ama ilk defa geri dönmekten korkmadığımı hissettim.