Ahh İstanbul, sen İstanbul olalı
Ne büyük bir dertmişsin
Sahiplenmesin beni hiçbir şehir
Boğaziçi değil, bir denizmişsin; dibinde inci taneleri
Kaybolan ve yeniden doğan
Söyleyin bugün bana
Bırakmadığım ne varmış hayatta
Bir kahve, bir sigara
Ve yanımdaki sandalyenin üstünde
Yitik bir şairin iskeleti
Benim için bir rüzgarmışsın
En acımasız ve en dokunaklı esen
Kafamın içindeki o yavaş akıl
Benim için bir gökkuşağıymışsın
Tüm renkleri bir arada
Beni boğan ve özgür bırakan
Benim için İstanbul’muşsun
En kirli ve en temiz halinle
Kendimden kaçtığım ve kendime sığındığım
Bir şehir değil, bir mezar ve yeniden doğuşmuşsun
En büyük yıkımım ve en tatlı huzurum
Benim için İstanbul’muşsun.
Ah İstanbul, sen İstanbul olalı
kavuşmayı hep beklemişsin ama hep bir başka sahilde
ve martılar hep çığlık atmış, sen ise bir başka gökyüzüne
sen hep biraz hüzün, biraz utanç, biraz da umut, hep İstanbul…
Sokak aralarında kaybolmuş eski zamanların
Hep bir köşe başında unutulmuş çocuk kahkahaların
ve tramvay raylarında dökülen yağmurun
her damlasında geçmişin bir aziz hatırası var
Ah İstanbul, sen İstanbul olalı
aşklar sığmaz oldu caddelerine
ve ayrılıklar taştı köprülerinden
bir vedanın sessiz tanığını
bir yürek yarasının ağırlığını
Ah İstanbul ah ki ah…
Bir bardak çayda eriyen İstanbul
ve simit kokusuna karışan hüznün
her adımda bir gözyaşı düşer ayağına
ve sen, sen hep sessizce dinlersin
dünyanın en yalnız şehri, sen İstanbul!
Ah İstanbul, sen İstanbul olalı
bir yanın hep yanar, diğer yanın hep ağlar
ve mültecilerin ıslıklarından taşan melodiler
düşer kaldırımlara, unutulmuş şarkılar gibi
ama sen, sen hâlâ durursun
taşın, denizin, gökyüzünün arasında
ve herkesin kalbinde bir sızı, bir nara
sen İstanbul, sen nasılda mışıl mışıl uyursun
Ah İstanbul, sen İstanbul olalı
hiçbir şehir böyle yara açmadı
hiçbir şehir böyle aşkı, ayrılığı
ve yalnızlığı taşımadı
ama olsun, sen, sen hâlâ güzelsin
ve hâlâ o yıkık, virane içine çeken şeytan tüyün
ve ince bir şiir gibi yaşatıyorsun yüreğinde