Christine Leunens’in “Caging the Skies” adlı romanından uyarlanan 2020 yapımı Jojo Rabbit’in yönetmen koltuğunda Taika Waititi oturuyor. 10 yaşındaki bir çocuğun gözünden II.Dünya Savaşı dönemi Nazi Almanya’sını anlatan film, diğer pek çok Adolf Hitler tasvirinden farklı olarak bu gözü dönmüş diktatörün akılalmaz uygulamalarını kara mizah yoluyla hicvediyor. Hem güldürürken düşündürüyor hem de güldürmeyen ve düşündürmeyen absürt bir komedi yaratarak savaşın gerçeküstü acımasızlığına dikkat çekiyor adeta.
Başkahramanımız Jojo (Roman Griffin Davis) küçücük bir çocuk olmasına rağmen aldığı sistematik propaganda eğitimi sayesinde azılı bir Hitler savunucusuna dönüşmüştür. En büyük hedefi güçlü Almanya’ya hizmet eden başarılı bir Nazi subayı olmak ve sadece Almanların yer aldığı ari bir ırkın oluşturulmasına katkı sağlamaktır. Tıpkı ona öğretildiği gibi istisnasız bir şekilde bütün Yahudilerden nefret eder. Hatta onların çok pis koktuklarını, boynuzları ve belirgin köpek dişleri olduğunu düşünerek kafasında bambaşka kötülükte bir Yahudi portresi çizer. Fakat Jojo’nun dünyalar tatlısı annesi Rosie (Scarlett Johansson) kesinlikle bu görüşe katılmamaktadır. O, savaş karşıtı bir aktivisttir. Ama maalesef ki oğluyla birlikte hayatta kalabilmek için Nazi yanlısıymış gibi davranmaya mecburdur. Bulduğu bazı ufak tefek aralıklarda oğlunu etkilemeye çalışsa da başarılı olamaz çünkü fanatik Jojo’nun bu faşist yoldan dönmeye hiç niyeti yoktur. Jojo oyuncaklarıyla oynaması gereken yaşta babasının ölümünün de etkisiyle beraber kendini bir yetişkin gibi davranmaya zorlamaktadır. Bu sırada ilginç bir hayali arkadaş edinir. Ne yazık ki bu hayali arkadaş milyonlarca insanın ölümüne veya sakat kalmasına sebebiyet verip uyguladığı ırkçı politikalar nedeniyle tarihe kara bir leke olarak geçen Adolf Hitler’den başkası değildir.
Bu noktada filmin yönetmenliğini yapan Taika Waititi’nin Adolf Hitler rolü ile oyuncu olarak da karşımıza çıktığını görüyoruz. Buradaki Hitler figürü pek tabii ki gerçeğinin aksine son derece hareketli, eğlenceli, komik ve uysal. Jojo’nun kafasında yarattığı bir karakter olarak aslında tamamen ona benziyor. Bu nedenle daha filmin en başlarında Jojo’nun içinde bir yerlerde hümanist ve iyi bir insan yattığını, bunu ortaya çıkartacak tetikleyici bir gelişme yaşadığı takdirde Nazi sevdasını tümüyle ortadan kaldıracağını görebiliyoruz. Zaten devam eden süreçte Hitler’in çocukları yetiştirebilmek adına organize ettiği gençlik kampına katılan Jojo burada öldürmesi istenilen tavşanı vuramadığı için eleştiriliyor ve bu yüzden “Rabbit (tavşan)” lakabını alıyor.
Filmin gidişatını değiştiren gelişmeye değinecek olursak eğer bunun, Rosie’nin evde sakladığı Yahudi kız Elsa (Thomasin McKenzie) ile Jojo’nun karşılaştığı sahne olduğunu söyleyebiliriz. Hayatının şokunu yaşayan Jojo bir süre sonra bildikleri ve gördükleri arasındaki büyük farkların yarattığı ikilem nedeniyle ne yapacağını şaşırır. Karşısında hiç de öyle boynuzlu veya kötü kokan bir insan yoktur. Üstelik son derece güzel bir üslupla konuşur Elsa ve oynadığı akıl oyunları nedeniyle eğlenceli bir karaktere de benzemektedir. Peki Jojo neden o ve onun gibileri öldürmek zorundadır? Elsa’nın Almanya’ya ne gibi bir zararı dokunabilir? Kendisinin rahat bir yaşam sürmeye hakkı varken Elsa neden havasız bir dolapta bir suçlu gibi gizlenmek zorundadır?
Yavaş yavaş ona öğretilen kalıp yargıların dışına çıkmaya başlayan Jojo, Elsa ile temasını arttırdıkça Yahudiler hakkında bildiği şeylerin aslında kocaman birer safsatadan ibaret olduğunu fark eder. Annesi Rosie haklıdır. Ancak hayali arkadaşı Adolf Hitler, Elsa’dan hiç hoşlanmaz. Sürekli Jojo’ya bağırarak tepki gösterir. Artık bu duruma katlanamayan Jojo ise ondan kurtulması gerektiğini görüp beyninin yıkanmasına daha fazla izin vermez. Henüz kendi ayakkabılarının bağcıklarını bile bağlamayı beceremeyen bu çocuk, annesinin Naziler tarafından katledilmesinin ardından hem kendisinin hem de Elsa’nın ayakkabılarının bağcıklarını bağlayabilecek kadar büyümüş bulur kendini. Burada kullanılan metafor, onun Elsa’ya olan duygularının annesine duyduğu aşkla hemen hemen doğru orantılı olduğunu hissettiriyor bize. Bir nevi yaralı bir çocuğun tutunma çabası da diyebiliriz. Nitekim yönetmen Taika Waititi bir röportajında kendisinin de yalnız bir anneyle büyüdüğünü anlatarak Rosie karakterinin onun için çok büyük bir anlam ifade ettiğini ve bu filmin ”yalnız annelere” bir aşk mektubu olduğunu söylemişti. Dolayısıyla Jojo’nun davranışları Oedipus kompleksinin bir yansıması olarak da kabul edilebilir.
Film, içerisinde birçok tezatlık barındırıp verdiği ince mesajlarla birlikte savaşın bir çocuk gözüyle nasıl algılanabileceğini ve çocuk yetiştirme aşamalarında eğitim politikalarının ne derece önemli olduğunu gösteriyor izleyiciye. Çünkü gerektiğinde Adolf Hitler gibi dünyanın en acımasız liderlerinden birisi bile bu politikalar yüzünden tatlı bir karaktere dönüşebiliyor. Anne evin içerisinde ne kadar çabalarsa çabalasın toplumsal algının yarattığı erozyona bir noktada artık engel olamayabiliyor. Jojo bunu her ne kadar ukalalık perdesiyle gizlemeye çalışsa da neticede o bir çocuk. Kolayca yönetilebilir ve yönlendirilebilir. Keza o ve onun gibi çocukların içindeki iyiliği çıkartabilmesi için ihtiyacı olan tek şey aslında bir fırsattır.
Dünya üzerinde var olan bütün nefret balonlarının tek bir sevgi iğnesi ile patlatılabileceğini unutmamak gerekiyor. Jojo Rabbit ırkçılık gibi tehlikeli bir kavramın bile sevginin iyileştirici gücü karşısında ayakta kalamayacağını hatırlatıyor bize. Bunun çocuklar üzerindeki caydırıcılığı daha yüksek olsa dahi yetişkinlerin de belirli bir bilgi seviyesini aşarak önyargılarından kurtulması oldukça mümkün. Yeter ki bol bol okuma yapılsın, yeter ki Elsa gibilerle temas kurulsun, yeter ki Rosie gibi insanlar dışlanmasın.
Filmdeki oyunculuk performanslarına değinecek olursak eğer hepsinin ayrı ayrı şov yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle ilk kez kamera karşısına geçen Roman Griffin Davis (Jojo) yaşının çok ötesinde bir kabiliyete sahip. Bakışları, duygu geçişleri ve karakteri giymesiyle beraber geleceğinin oldukça parlak olduğunu şimdiden gösteriyor. Taika Waititi’nin hayat verdiği Hitler karakteri ise bu güne kadar karşılaşmadığımız tarzda bir “diktatör” profili çiziyor. İlginç bir şekilde film içerisindeki en komik sahneler ona ait. Yaşadığı her olayda verdiği büyük büyük tepkileri ve sondaki intiharından sonra bile takındığı o rahatsız edici mizahi tavrı çok etkileyici. Waititi burada yönetmenlik kadar oyunculukta da fazlasıyla iyi olduğunu kanıtlıyor bize. Scarlett Johasson zaten kendi alanında en usta isimlerden bir tanesi. Nitekim bu filmdeki oyunculuğu da ona Oscar’da “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu” adaylığı aldıracak kadar başarılı. Elsa’yı canlandıran Thomasin McKenzie’nin de donuk bakışlarını yerli yerinde kullandığını ve mimiksiz mimiklerinin film içerisinde hiç sırıtmadığını belirtmekte fayda var. Özellikle son sahnede Roman Griffin Davis ile gerçekleştirdikleri dans performansıyla her yaştan her kesimden insanın dikkatini çekmeyi başardı.