Kıymet Hanım mutfakta ince ince çalışıyordu. Ocaktaki tencereler kaynıyor, o bir yandan temiz tabakları raflarına yerleştiriyordu. Sofrayı hazırlamaya başlarken pencereden dışarıya, akşamın yaklaşan karanlığına bir göz attı. Her şey, her akşam olduğu gibiydi. Çocuklar odalarına çekilmişti; Asım işten yeni dönmüş, Aysel ise okuldan geldiğinden beridir yaptığı gibi kulağında kulaklığı ile walkman radyosundan müzik dinliyordu.
Tabaklar sofraya yerleşti. Çatal kaşıkların çıkardığı hafif ses, mutfakta pişmekte olan yemeğin kokusuyla birleşti. Kıymet Hanım, çaydanlığın altını da yaktıktan sonra kollarını kuruladı. Çayı daima yemeğe oturmadan demlerdi.
Kapıdan anahtarın çevrilme sesi duyulduğunda Kıymet Hanım başını mutfaktan uzatıp baktı. Elindeki çantasıyla bir yandan kapının tokmağını tutan, bir yandan ayakkabılarını birbirinin topuklarından destek alarak çıkaran Hasan Bey’in terliğini yere koydu. Kapının girişinde birkaç cümleye sığdırılan hâl hatır sormalar, Hasan Bey elini yüzünü yıkamaya gittiğinde sona erdi. Kıymet Hanım sofraya bardakları götürürken Hasan Bey kendini tekli koltuğuna çoktan bırakmıştı.
Evin sessizliğini bölen tek şey, Kıymet Hanım’ın karıştırdığı çorba tenceresindeki kepçe sesi iken Hasan Bey sehpanın üzerindeki kumandaya elini uzattı. Her zamanki gibi avucunda birkaç kez çevirdikten sonra televizyonu açtı. Yayılan mavi ışık odanın duvarlarını dalgalandırarak sararken, spikerin gergin sesi bütün evi doldurdu. Hasan Bey başta dikkatlice dinliyormuş gibi görünse de çok geçmeden başparmağı kumandaya dokundu ve bir sonraki kanalı açtı.
Kıymet Hanım tencereleri masaya taşırken Hasan Bey bir belgesel kanalında durdu. Dağlarda gezen vahşi hayvanlar, arka fondaki anlatıcının sesi eşliğinde ekrana yansıyordu. Bu sırada Asım odasından seslendi:
“Anne! Yemek hazır mı?”
“Hazır, hazır. Aysel’i de al gel.”
Hasan Bey belgeselden sıkılmış olacak ki başka bir kanala geçti. Ekranda bu defa bir dizi belirdi fakat bu da uzun sürmedi. Kıymet Hanım çorbaları doldururken salondaki zap sesleri ritim tutmaya devam ediyordu. Sofraya oturduklarında haber spikeri tekrar ekrana gelmişti. Aysel yaklaşan mezuniyetini düşünerek babası ile arasını iyi tutmak umuduyla sözü aldı:
“Gününüz nasıl geçti babacığım?”
“Her zamanki gibi, senin? Neden annene yardım etmedin? Bütün sofrayı tek başına hazırladı.”
“Biraz başım ağrıyordu babacığım. Toplarken yardım edeceğim.”
“Bulaşığa da et.”
“Peki.”
Yemeğin devamında odada spiker dışında kimsenin sesi çıkmamıştı. Aysel sohbet açma girişiminin paylanma olarak geri dönmesinin iç sıkıntısıyla sandalyesine iyice gömülmüş, Asım ise sofraya oturduğundan beridir aynı sakin ifade ile tabağına odaklanmıştı.
Hasan Bey son lokmasını ağzına atarken ilk ve son kez sözü aldı. Asım’a dönerek:
“Elektriği ödedin mi?”
“Bugün büro hayli kalabalıktı, çıkamadım. Yarın ödeyeceğim.”
“Unutma sakın. Makbuzu da bana getir.”
“Tamam.”
Hasan Bey kaşığının yanındaki kumandayı alıp koltuğuna geçerken, Asım annesine “Eline sağlık.” deyip odasına gitti. Herkesin bildiği üzere sabaha dek bir daha odasından çıkmayacaktı.
Kıymet Hanım ve Aysel iki koldan sofrayı toplarken kanallar arasında dolaşan görüntüler evin havasını sürekli değiştiriyordu. Aysel bulaşıkları yıkarken arka fonda bir tartışma programının hararetli sesleri yankılanmaktaydı.
“Anne, ben bu akşam sizinle oturmasam olur mu?”
“Ağabeyin de oturmuyor zaten, bari sen gel de sinirlenmesin.”
“Ama anne…”
“Yarım saat oturur gidersin.”
“Peki.”
Kıymet Hanım elinde çay tepsisi, Aysel ise bir saat sonra doğranacak meyvelerle salona girdiğinde ekranda bir futbol maçının gole yaklaşan heyecanlı sahnesi oynuyordu. Sırtını dikleştirmiş vaziyette ekrana kilitlenmiş olan Hasan Bey, gol olmayınca sesli bir şekilde “Hay!” diyerek tekrar başparmağı ile ileri tuşuna bastı. Artık ekranda birbirine sarılmakta olan iki aşığın dizisi oynuyordu. Oğlan kızı öpmek için yanağına eğildiğinde Hasan Bey yine kendine hâkim olamadı. “Ahlaksızlar!” diye serzenişte bulunduktan sonra tuşa basar gibi değil daha çok döver gibi kanalı değiştirdi.
Kıymet Hanım üçlü kanepenin bir köşesinde, dizindeki battaniyenin üzerine koyduğu şişi ve ipine eğilmiş örgü örüyordu. Aysel ise babasının asla bir müzik kanalında durmayacağını bildiği için televizyona boşuna bakmak istemiyor, mevcut mecburiyetinin üzerinde yarattığı boğulma hissini bir nebze hafifletmesi umuduyla okuldan dönerken aldığı gençlik dergisini okuyordu.
Hasan Bey elindeki boş çay bardağını, başını veya vücudunu çevirip bakmadan, sadece koluyla uzatarak “Çay!” diye seslendiğinde Kıymet Hanım ve Aysel zihinlerinde kurdukları düşüncelerden aniden ve korkuyla sıyrıldılar. Aysel derhal kalkıp babasının çayını doldurdu. Sofrada yaşananlardan sonra buna mecbur olduğunu biliyordu. Arka plandaki şaka programının kahkaha efekti ile aynı anda çayı Hasan Bey’e verip yerine oturdu. Dergi okumak dahi aklını dağıtamadığı için meyve tabağını kucağına alıp soymaya koyuldu.
Aysel bir yandan elmaları soyuyor, bir yandan mezuniyet balosunda ne giyeceğini düşünüyordu. Bir yandan elmaları dilimliyor, bir yandan üniversiteye gidip gidemeyeceğini düşünüyordu. Bir yandan portakalları soyuyor, bir yandan üniversiteye gidemezse muhakkak evlenip gitmesi gerektiğine hükmediyordu. Bir yandan portakalları dilimlerine ayırıyor, bir yandan Sema’nın babasının Viyana’dan onun için getirttiği çantanın güzelliğini düşünüyordu. Bir yandan ayvaları soyuyor, bir yandan hayatı boyunca hiç sinemaya gidememiş olmasına kahroluyordu. Bir yandan ayvaları dilimliyor, bir yandan bir sinema koltuğunda otururken kucağındaki patlamış mısır ve kolayı hayal ediyordu. Meyveleri tabaklara bölüp annesi ve babasına uzatıyor, ölmek istiyordu.
Aysel meyve kabukları ile bıçağı mutfağa bırakıp salona dönerken abisinin kapısının altına baktı. Her zamanki gibi ışık kapalıydı. Abisinin şansına imrenerek salona döndüğünde iki futbol yorumcusu hararetle tartışıyor, Hasan Bey kucağındaki tabaktan aldığı ayva dilimini hiç bakmadan ağzına atıyor, annesi meyvelerine dokunmamış, elindeki örgüyle uğraşıyordu.
Kıymet Hanım ipi dikkatlice şişe doladı, sonra yavaşça çekip ilmeği çıkardı. Hareketleri alışılmış düzeninde değildi. Şişler ustalıkla değil, düşüncelerinin ağırlığı altında bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Parmağına doladığı ipi bazen gereğinden fazla çekiyor, bazen de gevşek bırakıyordu. Örmekte olduğu bir atkı mıydı, bir süveterin ön parçası mı? Başladığında ne yapmak istediğini biliyordu ama şu an ipin neye dönüşeceğini tam olarak hatırlamıyordu. Hatırladığı başka şeyler vardı elbet. Zihni konudan konuya atlıyor, birçok farklı konuyu peş peşe hatırlatıyordu. Ertesi gün yapacağı kuru fasulye yemeği için fasulyeleri suya koyması gerektiğini, Asım’ın kuru fasulyeyi karabiber dökmeden katiyen yemediğini, bu sessiz tabiatlı oğlanın evlilik yaşının çoktan geçtiğini, evlenmeye karar verirse düğünü nasıl yapacaklarını, hayat pahalılığını, kendi düğününü, abisini onunla paylaşmak istemediği için ona kin güden ve düğününde beyaz elbise giyen görümcesi Zehra’yı, kocasının Zehra’yı el üstünde tutuşunu, alt komşusu Süheyla Hanım’ın yaptığı kekten getirdiğinde gözüne sokar gibi uzattığı elindeki tektaş yüzüğün parlaklığını, kaybolan ve yerine yenisi konmayan alyansını, vakti zamanında o alyans parmağına takıldığı gün kuaföre gidip dalga dalga yaptırdığı saçlarını, Aysel’in saçını kendi örmeyi öğrendiği zamandan beridir hiç saç örmediğini, zaten saç örmeyi sevmediğini, yalnızca Aysel istiyor diye yaptığını, Aysel’in geleceğinin nasıl olacağını, onu karşısına doğru düzgün biri çıkmazsa asla evlendirmemek üzere aldığı kararı hatırlıyordu. O hatırlıyor, yorumcular bağırarak tartışıyor, Aysel uyukluyor, Hasan Bey elindeki kumandayı çeviriyor, şişler bir o yana bir bu yana gidip geliyordu.
Şişlerden biri elinden kayar gibi olunca Kıymet Hanım hemen yakaladı ve irkilerek kendine geldi. Örgüsünü toplayıp kaldırdı, meyve tabakları ile çay tepsisini mutfağa götürüp fasulyeleri ıslattı. Salona geri döndüğünde ekranda üç büyük timsah vardı. Aysel’i kaldırıp odasına yolladı, Hasan Bey’e onun da yatacağını söyledi fakat herhangi bir yanıt alamadı. Hasan Bey yalnızca kafasını salladı.
Herkes odasına çekilince Hasan Bey kalkıp ışığı kapattı. Boşalan üçlü koltuğa uzanıp sırt yastıklarından birini başının altına aldı. Biraz daha gezdikten sonra tekrar şaka programına döndü ve sesini birkaç diş kıstı. Ondan sonraki evin tek hâkimi, sadık dostu, ince uzun siyah plastiği, sevgili kumandasını gövdesinin yanına koyarak kendini uykunun kollarına bıraktı. Pek tabii kumandayı da. Zira ikisi de çok yorulmuştu.
GİZEM ENGİN