Demlikte demlenmiş ve ince belli cam bardaktan içilen çaya hasret kalır mı insan? En son bu durumu üniversite okurken yurtta yaşamıştım. Sürekli sallama çay ile ederdik kahvaltımızı. Fakat bir kafe de ya da restaurantta gittiğimizde yeni demlenmiş çayı ince belli cam bardakta içebiliyorduk. Öyle tatlı geliyordu ki o zaman. Bize bir bardak çay ikram eden kafe ya da restoran çalışanlarını sayabilirim. En az 18 sene hatırı varmış demek ki çayın da.
Haziran ayının sonu gibi Almanya ya geldik. Büyük bir heyecan duyuyorduk. Özellikle benim için, yabancı bir ülkede yaşama ilk adım olmasından ziyade yurtdışına ilk adımdı bu. Yaşadığım heyecanı, kafa karışıklığını, endişeleri, korkuları başka bir yazıda uzun uzun anlatmak daha yerinde olur. Gelelim çaysızlıkla sınanan günlere…
Hikaye Başlıyor
Varışımız akşam üzeriydi. Şehrin merkezinde küçük bir pansiyonda yer ayırtılmıştı bizim için. Biraz kasabayı dolaştıktan ve ufak bir alışveriş yaptıktan sonra odamıza yerleştik. Heyecanım doruktaydı, nasıl uyudum pek hatırlamıyorum. Sabahın erken saatlerinde ayaktaydık. Kahvaltıya indik hemen. Mütevazı bir yemek salonunda abartıya kaçmadan, az ve öz şeyle hazırlanmış bir açık büfe kahvaltı bizi bekliyordu. Güzelce tabaklarımızı doldurduk, masamıza oturduk. Güleryüzlü bir beyefendi gelip ne içmek istediğimizi sordu. Çay dedik tabi, siyah çay… Nasıl da güzel gelecekti, bizi üşüten Almanya’nın bu yaz sabahında.
Adam kısa bir süre sonra elinde iki beyaz fincanı yanından sarkan ip ile getirip masamıza koydu. Sallama çay… Turgay ile şöyle birbirimize baktık. Gülmeye başladık. Tabi ki de burada bize alüminyum demlikte demlenmiş, taze, karanfilli çay getirecek halleri yoktu. Neyse, damağımıza göre peynir bulmuş olmanın verdiği güzellikle ve sallama çayımızla kahvaltımızı ettik. Enerji lazımdı, çünkü yapacak çok işimiz vardı.
Resmi işlerimiz için belediye binasına gittik, tuttuğumuz evi görmeye gittik, market alışverişi yaptık. Çocukların karınları acıktı, uykuları geldi, yoruldular derken günü bayağı iş hallederek bitirdik. Şimdi Türkiye de olsa ne yapardık diye sordum kendime. Akşam eve gider, bir güzel yemeğinizi yer, sonrasında da çayı demleyip günün yorgunluğunu o şekilde atardık. Biz de öyle yaptık demek isterdim tabi. Biz kaldığımız odaya gelip, sallama çay yapıp karton bardaklarda içtik.
Ertesi günü ve sonraki gün yine aynı tempo ile ve çayları sallayarak geçti. Üçüncü günümüzde artık yarım yamalak eşyalarımızın olduğu evimizde kalmaya başlamıştık. Herkesin yatabileceği yatakları vardı ama karyola yoktu. Dört tane sandalye vardı ama masamız yoktu. Bir tane iki kişilik koltuğumuz vardı ama evin çoğu odasında lambamız yoktu. Mutfak için acil olan şeyler, yeterli sayıda vardı; dört tabak, dört kaşık, dört bardak… Ama çaydanlığımız yoktu.
Rengini Görmeden İçtiğimiz Çaylar
Enfes kahvaltılarımız oluyordu mesela sallama çayla. Ama akşam keyif çaylarımızı asla sallama içmiyorduk. Poşet çayların iplerini koparıp, tavada ısıttığımız suyun içerisine atıp biraz kaynatarak demliyorduk çayımızı. O şekilde, özene bezene aldığım seramik bardaklarla keyif yapmaya bir süre devam ettik. Çünkü çaydanlık satan yeri geçin, çay bardağı satan bir yer bile bulamadık. Rengini görmeden içtiğimiz demleme çaylarımızın verdiği keyif ne yazık ki uzun sürmedi.
Öyle bir duruma geldik ki, suratlarımız asık ve hayata küsmüş gibiydik. Görüntülü konuştuğumuz insanların içtikleri çayları görmeye tahammülümüz bile yoktu. Çay demlenirken odaya yayılan o ekşimsi koku, içilen ilk bardak çayın çiğ olması, bittikçe yeniden doldurulan ince belli cam bardaklar hep hayal ettiğimiz şeyler olmaya başladı.
Bir kaç gün sonra araba ile gidilecek mesafede Türk marketleri olduğunu öğrendik. Orada çaydalık ve çay bardağı mutlaka vardır diye düşündük. Vardı evet ama inanılmaz deli paralara satıyorlardı. Daha Euro kullanmaya alışamayan biz, fiyatları sürekli Türk Lirası gibi düşünerek, neredeyse üç gün çaydanlığı da, bardakları da almayı erteledik. Bu arada tavamız ve ipi koparılmış sallama çaylarımızla bir şekilde idare ediyorduk.
Zamanla sabah kahvaltılarımızın tadı tuzu kalmadı, akşam keyif çaylarını yapmaz olduk. Her gün başka bir dönercide yedik akşam yemeklerini. Belki birinde demlenmiş çay buluruz da iki hasret giderizi diye. Ama nafile çabaymış.
Çaysızlıktan Çıkarımlar
En sonunda Almanya da bir takım şeylerle inatlaşmamak gerektiğine kanaat getirdik. Pırıl parıl parlayan bir demlik ve yanında altı tane de ince belli cam bardak alıp seke seke ve coşkuyla evimize döndük. Akşam yemeği sonrası güzel bir çay keyfi yapacaktık. Yemeğimizi güzelce yedik. Karı koca olarak, evliliğimizin on dördüncü yılında ilk defa bu kadar romantik bir an yaşıyorduk. Beraber demledik çayı.
Turgay çayı demliğe koydu, ben altına su koydum. Birlikte ocağa çaydanlığı koyduk ve ocağın altını açtık. Sonra birbirimize bakarak gülümsedik. O anı hiç unutmayacağım. Eski Türk fimlerinde ağaç çevresinde cilveleşen bir kadın ve bir erkek gibi boyu yirmi santimi geçmeyen bir çaydanlık etrafında da biz o klasik sahneyi çekebilirdik.
Bir süre suyun kaynarken çıkardığı o cızırtılı sesi dinledik, etrafa yayılan ekşimsi kokuyu içimize geçtik derin nefesler alarak. Sonra da birlikte çay koyduk. Salonun yanan lambasına doğru birlikte kaldırdık bardaklarımızı, çayın demini ve berraklığını görelim diye. Gözlerimiz de şenlendi bir bakıma. Sonra ağır adımlarla yürüdük salona doğru.
Teslimiyet ve Sürprizler
Nasıl da özlemini duymuşuz bu anın. Bir anda farkettik ki, evdeki tek koltuğun bir köşesinde sadece bir kişilik yer vardı. Turgay ile yaşadığımız romantizm orada bitti ve aramızda saniyeler içinde ezeli bir rekabet başladı. Birden bire koşmaya başladık. Koltuğun o boş yerini kapmak şarttı. Çaya kavuştuk ama bunun keyfi de, o koltukta arkana yaslanmış ve bacak bacak üzerine atmış bir şekilde içmekle çıkar, değil mi? Koltuğu kapan ben olamadım ne yazık ki. Öfleye pöfleye yerde serili bir örtünün üzerine oturup, bacaklarımı uzattım ve sırtımı duvara yaşladım. İnce belli cam bardaktaki; demlikte demlenmiş, dumanı üzerine tüten, taptaze, tavşan kanı çayımı hüpleterek içmeye başladım.
Azıcık keyfim kaçmıştı koltuğu kaptırdığım için. Oysa ki daha yarım saat önce sadece çay olsun yeter demiyor muydum? Neden şimdi bunun keyfini sürmek yerine koltuğu düşünüyordum. Demek ki bir şeylerin kıymeti kaybedilince anlaşılıyor, ama insan kaybettiğin şeyi bulunca da anında başka kayıplara takılıyor.
Belki de hayat, elimizden koltuğu değil de farkındalığı alıyor arada sırada. Sanki küçük bir deneme yapar gibi, “bak bakalım şimdi neyin peşindesin” diyor. Biz de hemen sınavı kaybediyoruz tabii; elimizdeki çayı unutup kaptırdığımız koltuğa yanıyoruz. Ama sonra, biraz durup düşününce, anlıyoruz ki mesele koltukta oturmak değilmiş; o çayı yudumlarken gerçekten orada olabilmekmiş. Hayatın küçük keyifleri hep elimizin altında aslında. Biz sadece bazen başkasının elindekine bakmaktan kendi huzurumuzu kaçırıyoruz. Belki de kıymet bilmek, kaybetmeden durabilme cesaretidir. O kadar basit, o kadar zor.
Çay içerek yazdığım diğer yazıların devamı için;
https://rotasizmasallar.blogspot.com/