“Hiç çaba göstermiyorsun “ diyor “ Hem de hiç “. Huzur bulduğum ama ona hiç belli etmediğim belki de belli etmediğimi sandığım içimi gıcıklayan parfüm ve tütün kokulu göğsünde yatarken. Yine kasıldığımı, gerildiğimi, nefesimi tuttuğumu hissediyorum. İstemeden oluyor, istemiyorum. Alnıma, yanaklarıma yapışmış saçlarımı, uyuştuğunu lakin ses çıkarmadığını bildiğim eliyle kulağımın arkasına atarken, kırmızı ojeli işaret parmağımın ucu ile göğsünde daireler çiziyorum. Önce küçük küçük sonra gitgide büyüyen iç içe geçmiş daireler. Yağmur damlalarının su birikintisine sırayla düşerken yarattığı halkalar gibi titrek ve gittikçe büyüyen dalgalar. “ Nerden çıkarıyorsun “ diyorum. Sesim bu kez dalgaların aksine büyükten küçüğe incelerek.
Yine bir şeyler söylüyor kitabi, bilimsel. Dinlemeden hızla kalkıyorum göğsünden , terimin bana ait olan bir kısmını onda, kokusunun ona ait olan bir kısmını bende bırakarak.
“ Başlama yine istersen, ben senin hastan değilim “ diyorum. Dalga girdabında boğulmadan net ve tek dalga halinde. Tamamdır, zırhımı kuşandım, savunmaya geçtim, her türlü atağa hazırım. Sol kolunun dirseği üzerinde hafifçe doğruluyor, alnına düşen saçlarını ahenkle geriye doğru atarken şampuan reklamlarından fırlamış gibi. Etkilenmiyorum. Gözlerimin içine bakarak birkaç günlük kirli sakalını sıvazlarken de etkilenmiyorum.
Duymuyorum dediklerini sonuna kadar açtığım suyun sesinden. Buharlar çıkıyor her yanımdan. Duşakabinin buğulu camına “ canın cehenneme “ yazıyorum. Neden yazdığımı bilmeden. Buharda yoğunlaşıyor sesim, akan suda eriyor kelimelerim.
“Hepiniz sahtekarsınız” diye bağırıyorum, fayans zeminde kayıp gidişini izliyorum öfkemin. Gevşedim yine. Saatlerce kalmak istiyorum suyun altında, öyle donuk donuk, kıpırdamadan, belki ben de yoğunlaşır karışırım buhara diye. Belki tenimdeki kirleri arındırdığı gibi, içimdekileri de arındırır. Derimin altına yerleşmiş, her bir hücremde yuvalanmış öfkemi de alır götürür. Yere dikiyorum gözlerimi. Sakince akan suda şampuan köpükleri ve siyah uzun saç telleri suyun akışına bırakmışlar sakin sakin süzülüyorlar.
Belime kadar uzanan saçlarımın uçlarından damlayan sular arkamda bıraktığım ayak izlerimin üzerine damlıyor. Yarı aralık duran çalışma odasının kapısından, burnunun üzerine düşmüş siyah çerçeveli gözlüklerinin üzerinden ciddiyetle bakarken bu sefer odaya yaralı eş yerine hastası olarak giriyorum. Pardon hasta demiyorduk artık değil mi , “ danışan “ diyorduk. Ben de bir nevi danışanıydım. Her şeyi danışıyorum. İpler senin elinde oynat istediğin kadar, kaydet istediğin kadar. İzliyor, sürekli izliyor beni. Sabrına hayranım. Birazdan başlayacak anlat bakalım oyunumuz. Maun çalışma masasının önündeki koltuğa oturuyorum. Tişörtüm , ıslaklıktan sırtıma yapışmış vaziyette, ürpertiyor beni. Her şeyden ürperiyorum şu sıralarda gerçi.
“ Kayıtta mıyız “ diye soruyorum
“ Bugünkü planın ne “diye soruyor.
Orta sehpadan aldığım derginin sayfalarını çeviriyorum. Sayfalar yerine onun gözlerinin içine bakarak. Sence ne planlayabilirim ki burada. Ormanda yürüyüş, çiçeklerin bakımı, kuşlarla sohbet, börtü böcekle muhabbet diyecekken tam, içimdeki ses cevap veriyor benim yerime;
“Nişantaşına ineceğim, biraz alışveriş, belki bir kahve …” çevirmeye devam ederken derginin sayfalarını. Derin derin içini çekiyor, kollarını göğsünde bağlıyor, yüzünde tahmin ettiğim gibi tereddütlü bir gülüş. Başını hafif sağa eğerek
“ Özledim eski hayatımı diyorsun yani. “
Özlemek mi? Burnumda tütüyor aptal diyorum içimden. Zihnim uzanıyor taaaa beni en son bıraktığı yere. Yuvarlak masanın etrafına zar zor kendilerini sığdırmış dört adam. Üçü göbekli. Hepsinin de başları önde cep telefonlarına gömülmüşler. İçime sinmiyor ama mecbur otuyorum yan masaya. İçeri mi girseydim. Keşke…. Kel olanı sağa sola bakınıyor el yordamıyla boşlukta fincanının kulbunu arıyor. Atılıp, eline tutuşturasım önüne bak diyesim geliyor. Uzun saçlarını savura savura gülüşen genç kızlar geçiyor önümden. Ellerinde alışveriş poşetleri, aldıklarını bir an önce giyme hevesi ile hızlı adımlarla yürüyorlar Gençlik fışkırıyor her yerlerinden, mutluluk, tazelik bırakıyorlar artlarında efil efil. Bir de saflık, toyluk. Puseti nazikçe iten bir kadın .Yan yana ağır adımlarla yürüdükleri muhtemel annesine bir şeyler anlatıyor, pusetteki bebeğin elinde bir bebek. Bir bebek içinde bir bebek, halkalar gibi içi içe geçmiş. Sımsıkı yapışmış, elinden alacaklarmış gibi. Ben yapışamadım, aldılar elimden. Oysa biz de iç içe geçmiştik.
“Akşamki toplantıyı unutma “ diyor bitki çayımı önüme koyarken. Hızlı çekim Nişantaşı sokaklarından filmi geriye sararak koltuğuma dönüyorum. Offff bıktım bu toplantılardan. Ahkam kesen, her şeyi bildiğini sanan kişisel gelişimciler, psikiyatrisler, uzmanlar. Bir şey de anlasam bari, nasıl sıkılıyorum anlatamam. Freud dan girip nasıl Plato’dan çıktıklarına aklım hiç ermiyor. Keyifli sohbetlerin kısa, ahkam kesmelerin uzun sürdüğü sıkıcı toplantılarınıza katılmak istemiyorum, anlamıyorum, kabul etmiyorum, inanmıyorum diyemiyorum. Hayat, kitaplarda yazılanlardan farklı. Başınızı bir çıkarsanız cilt cilt kalın kalın kitaplardan bir sokağa çıksanız, kafede, bankada, otobüste , pazarda insanları gözlemleyip, konuşmalarına kulak verseniz, kaderin ne olduğunu canlı canlı yaşasanız yanılgınızı anlayacaksınız demek istiyorum diyemiyorum. Kötüler, hastalar aramızda her yerde, felsefe yaparak kitabi cümleler kurarak koruyamazsınız kimseyi demek istiyorum diyemiyorum. İçimdeki ile mücadelem uzun sürüyor bu kez . Vır vır çok konuşuyor, ağzımı soğuyan çayımdan bir yudum almak için bile açamıyorum. Dökülüverecek hepsi, o çok beğendiğim yakışıklı yüzünde patlayacak diye korkuyorum. Korkularınla yüzleş diyorsun ama korkularımdan korkuyorum, seni kırmaktan incitmekten korkuyorum, boş çuval gibi bedenimi taşıyamamaktan korkuyorum. O bebek kadar, oyuncak bebeğine sıkı sıkı sarılan o bebek kadar bile olamadım, sahip çıkamadım. Kendi yüzüme bakamazken, korkularımın yüzüne nasıl bakacağım ?
“Bu günlük bu kadar yeter, randevularım var “diyerek alnıma uzun bir öpücük konduruyor. Hüsran çökmüş yüzünde çaresiz bir tebessüm. Kayıt cihazının çalıştığını bildiğimi yüzlemiyorum. Üzerimdeki penye hala ürpertiyor beni. Isınmak için çıktığım korunaklı bahçede yeşilin tonları ile buluşuyorum. Çıplak ayaklarımın tabanlarını gıdıklıyor çimenler. Benim yerime güneş gülümsüyor arsız arsız. Boyunlarını bükmüş beni bekleyen sardunyalar, petunyalar, yıldızpatları. Eğiliyorum karnım acıyor, ameliyat yerim sızlıyor. Burnumun direği değil, ameliyat yerim sızlar benim. Daha ne kadar dayanabilirim ki bu ıssızlığa, sessizliğe, uyuşukluğa. İçimde dev dalgalar boğuşurken, silahlar patlarken. Silahlar….. Dört adam üçü göbekli. Çığlıklar…Masalar devriliyor. Alışveriş poşetleri kaldırım kenarına saçılıyor, kaçamıyor, kaçamıyoruz. Acı fren sesleri. Ellerim karnımda iç içe geçmiş daireler gibi birlikte yuvarlanıyoruz.
Başımdaki kalabalık …. Manşetler, sosyal medya paylaşımları, ana haber bültenleri. Gündem sıcak. İç içe geçmiş çığ gibi büyüyen, her ağızdan çıkan kalabalık öfke. Kaç gün ?